“Konsantre olmak çok zordur ama gerçekten konsantre olursanız her şeyi yapabilirsiniz, özellikle de baskı altındaysanız. İnançla, dağları bile delebilirsiniz. Babam her pazar günü kürsüden bunu söylüyor”
Değişmekte olan, kargaşa ve her türlü kirlenmenin egemen olmuş göründüğü bir toplumda bir kilise rahibinin ve ailesinin hikâyesi.
1972 Cannes Festivali’nde Almanya (o zamanki adı ile Batı Almanya) adına yarışmış bir Almanya – Fransa ortak yapımı. Sinemaya kısa filmler ve belgesellerle giren, kariyerinde konulu ve uzun metrajlı toplam yedi film çeken Peter Fleischmann’ın yönettiği ve senaryosunu Martin Walser ile birlikte yazdığı film bir politik satir olarak nitelendirilebilir. 1970’lerin Avrupa sinemasından içeriği ve biçimi ile esintiler taşıyan filmde, vatanları olan Silezya bölgesini İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra terk etmek zorunda kalmış insanlar bir yandan kiliselerinin meşhur çanlarının kendilerine iade edilmesini beklerken, öte yandan kaynamakta olan bir toplumda yaşamanın sancılarını çekiyorlar. Alaycı yaklaşımı ve zaman zaman serbest bir havaya bürünen mizanseni ile her şeyden önce bir Avrupa filmi bu. Hikâyenin odaklandığı ailenin oğlunu canlandıran Vitus Zeplichal’ın yalın ama farklı olmayı da bilen performansı ile öne çıktığı film, bugün bir parça eskimiş görünebilir özellikle de eleştirisinin kapsamı ve dozu açısından ama yine de üslubu ile de değişik ve ilgiyi hak eden bir çalışma bu.
Hikâye 1970’li yıllarla birlikte gündeme giren çevre kirliliği ve buna karşı doğan çevre hareketlerinden politik ve sosyolojik çalkalanmalara pek çok kaos kaynağı ile birlikte yaşayan bir toplumu anlatıyor bize. Her ne kadar Silezyalılar olsa da karşımızdaki, film aslında genel olarak Alman toplumunun karşı karşıya kaldığı karmaşayı bu küçük toplumu araç olarak kullanarak anlatıyor bize. Silezya bugün büyük bir kısmı Polonya’da kalan, Çek Cumhuriyeti ve Almanya’ya da yayılan bir bölge. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bölgedeki Almanlar (Nazi olanlar veya olmayanlar) Sovyet ordusu tarafından bu bölgeden atılmış ve halk Batı Almanya’ya yerleşmek zorunda kalmış. İşte film bu insanlar üzerinden anlatıyor hikâyesini ve sadece yukarıda sıraladığım değişikliklerle değil, kişisel değişikliklerle de uğraşmak zorunda kalan insanları getiriyor karşımıza. Şiddet ve teröre de kayan bir politik hareketlilik, kasabanın havasını ve suyunu kirleten bir sanayileşme ve eski (ve kutsal) değerlerin bugün başka değerler karşısında gücünü kaybediyor olması yönetmen Peter Fleischmann için bir politik satir çekme fırsatı sağlamış ve o da rahibin ailesini (ve özellikle de oğlanı) merkeze alarak tüm bir kasabanın bu kaotik ortamda yaşadıklarını aktarmaya soyunmuş.
Sık sık anlatıcı rolü üstlenen ama hikâyeyi açıklamaktan çok kendisinin hayat hakkındaki hislerini o sırada olan bitenle ille de bir bağı olmadan dile getiren liseli çocuk hikâyenin merkezinde. Vitus Zeplichal’ın kendi yaşından küçük bir karakteri canlandırması bir parça garip duruyor ama neyse ki oyuncu sade (ama hep sanki bastırılan bir hınzırlığı barındıran bir havası olan) oyunu ile karakterini hem sevimli hem ilginç kılmayı başarıyor. Fleischmann’ın onu kullanım şekli filmi ilginç kılan unsurlardan biri. Olan bitenin hem içinde yer alan hem de adeta bir gözlemci gibi kasabada dolaşıp duran bu karakter hikâyenin en önemli çekicilik kaynağı ve onunla birlikte biz de gözlüyor ve olan biteni içine girerek yaşıyoruz. Açılıştan hemen sonra onu uzun bir plan içinde okuldan çıkıp koşarak eve giderken gösteren film, genç adamın kaosun tüm tarafları (kasabalılar, eylemciler, polis, kilise cemaati, iş adamları vs.) ile olan ilişkileri üzerinden bize toplumun resmini çizmeyi deniyor ve hafif bir mizah ile de başarıyor bunu çoğunlukla. Değişik bir müzik kullanımı, zaman zaman dinamizmini yükselten kamera ve ufak kurgu oyunları gibi unsurlarla da yönetmen filmine farklılık katmayı başarmış.
Gösterime girdiğinde pek ilgi görmeyen filmin bazı sahnelerinde hafif bir absürt ton da var. Otostopla Hindistan’a gitmeye çalışan bir adam; bahçede işeyen bir işçi; kilisenin çan kulesinden aşağıya işeyen çocuklar; filmin derdini çok iyi anlatan sahnede, ailenin kızı telefonda sevgilisi tarafından terk edilirken, yan odada arılar, fareler, domuzlardan bahseden bir çevreci, odada canından bezmiş gezinen anne, tören için prova yapan yerel müzisyenler ve dışarıdan sürekli gelen inşaat araç ve aletlerinin sesleri gibi pek çok örneği var filmin sarkastik yaklaşımının. Özellikle başta matkap olmak üzere iş aletlerinin sesleri nerede ise tüm hikâye boyunca kulaklarımıza geliyor ve başlardaki “yenisinin yapılması için patlatılarak yıkılan köprü” sahnesinde olduğu gibi “kalkınma”nın sembolü olarak kullanılıyor.
Yeterince güçlü değil hikâye ve politik satir olarak da çok etkileyici değil belki ama ne olursa olsun 1970’lerin değişen ve toplumsal bir karmaşa içindeki Almanya’sından getirdikleri ile kesinlikle ilgiye değer bir film bu. Günümüzün fazlası ile “profesyonel” ve “hesaplı” görünen mizansen anlayışından uzak bu film içeriğine uygun biçimi yakalaması ile de önemli ve ilgi gösterilmesi gereken bir çalışma.
(“Havoc” – “The Bells of Silesia” – “Silezya Çanları”)