“Evinden ve ailenden daha uzun yaşadıysan, yeterince uzun yaşamış sayılabilirsin galiba”
1940’lı yıllarda oğlu ve geçinemediği gelini ile büyük şehirde yaşamak zorunda kalan ve çocukluğunu/gençliğini geçirdiği toprakları son kez görmek isteyen bir yaşlı kadının yolculuk hikâyesi.
Senaryosu tiyatro yazarı ve senarist Horton Foote’un önce televizyon için çekilip sonra tiyatro sahnelerinde oynanan aynı adlı oyunundan kendisi tarafından uyarlanarak yazılan ve Peter Masterson tarafından yönetilen bir film. Bu filmdeki rolü ile Oscar kazanan Geraldine Page’in harikalar yarattığı film ortalama bir Amerikan seyircisine hitap eden duygusallığı ile daha çok televizyon için çekilmiş bir aile filmi havasında. Yine de Page’in performansına ek olarak, ev/yuva özlemi, hatıralara son kez dokunma arzusu ve yaşlanmak üzerine uyandırmayı başardığı düşünceler ile özellikle duygusal filmlerden hoşlananların ilgisini çekecek bir çalışma.
Foote’un senaryosu bir kadının hikâyesi olarak başarı ile yerine getirmiş görevini ve Geraldine Page’e de Oscar ödülü için sıkı bir pas atmış açıkçası. Page karakterinin bazen genç bir kızı hatırlatan enerjisini, hüznünü, özlemini, yavaş yavaş kendisini geride bırakan herkes gibi sonsuzluğa karışacak olmanın verdiği acı dolu kabullenmişliğini ve çocukluğunu/gençliğini geçirdiği toprakları son kez görmekle ilgili inadını senaryonun kendisine sağladığı geniş olanakları çarpıcı bir şekilde değerlendirerek ve seyirciyi avucunun içinde tutarak canlandırıyor. Süratle bir duygudan diğerine geçen yüzü ile bazen küçük bir çocuğun bazen koca bir yaşlı kadının ruhunu taşıyan karakterini hem bedenine hem ruhuna sindirmiş görünüyor. Onu ve diğer karakterleri (oğlunu ve gelinini) tanıdığımız ilk bölümlerde ve özellikle filmin son yarım saatinde zirveye çıkan bir oyunu var sanatçının. Aradaki sahnelerin, özellikle tüm o yolculuk bölümünün Page’in oyununa rağmen yeterince ilgi çekici olmayıp diyaloglara sığınan yapısı ile sıradanlaştığını veya daha doğru bir deyişle açılış ve finalin çarpıcılığına sahip olmadığını söylemek gerekiyor. Gelin rolündeki Carlin Glynn ve kadının yolda tanıştığı genç kız rolündeki Rebecca De Mornay yönetmenin tercihi ile bir parça tiyatrovari bir hava tutturmuş olsalar da üzerlerine düşeni yapmışlar. Buradaki tiyatro havası bu oyuncuların performansından çok yönetmenin mizansen anlayışından kaynaklanıyor gibi asıl olarak; tıpkı tiyatro sahnesine girip çıkar veya sırayla konuşur gibi hareket etmeleri daha çok, bunun nedeni. Oğul rolündeki John Heard ise annesi ile eşi arasında kalmışlığını ve içinde gizli tutmaya çalışsa da annesinin özlediği topraklardaki çocukluğunun özgürlüğü ile büyük şehirdeki küçücük evinde yaşamaya çalışmanın zorluğu arasındaki sıkışmışlığını incelikle canlandırıyor.
Çok iyi oynanmış bir televizyon filmi havasından kurtulamamasına ve özellikle ikinci yarısında finale kadar biraz iteklenerek ilerliyor gibi görünmesine rağmen filmin duygusal atmosferinin etkileyici olduğunu da belirtelim. Hatıraların yok olması, tanıdıkların ve seni tanıyanların azalması demek olan yaşlılığın yarattığı hüzün ve ait olduğu yerde değil tıkıldığı bir ortamda yaşamak zorunda kalmanın verdiği acıyı özellikle de Page’in oyunu ile seyircisine kesinlikle geçiriyor. Onca özlenen topraklara varıldığında doğanın, Tanrı’nın ve insanların yok ettiği hatıralarla karşılaşmanın yarattığı duygulardan etkilenmemek imkânsız. Bu duygunun yıpratıcı olabilecek gücü ile tıpkı kahramanımız gibi yaparak baş edilebilir ancak belki de; hatıraların ne kadar yıpranmış olsalar da son bir kez tadını çıkarmak ve gerçeği kabullenmek. Her şeyin büyüdüğü, büyümek zorunda kaldığı dünyamızda doğadan, hatıralardan, gerçek ve samimi dostluklardan uzaklaşmak zorunda kalan insanların acıklı bir hikâyesi bu ve görülmeyi de hak ediyor yeterince güçlü bir sinema duygusu veremese de.