“Oğlum neredesin? Hâlâ benim oğlum musun?”
Sokakta yaşayan bir genç kadın ve çocuğu ile yine sokakta yaşayan bir adamın karşılaşması ile gelişen olayların hikâyesi.
Yönetmen olarak asıl çıkışını Cannes’dan ödüllü “L’exercice de l’État” ile yapan ve film dünyasına televiyon filmleri için yazdığı senaryolar ile giren Pierre Schöller’in bu ikinci uzun metrajlı filmi, adının aksine Versailles sarayının görkeminden, zenginliğinden ve sefahatinden hayli uzak düşen hayatları anlatan alçak gönüllü bir film. Çok genç bir yaşta ölen Guillaume Depardieu ve özellikle çocuk oyuncu Max Baissette de Malglaive başta olmak üzere başarılı oyunculukların olduğu film, dünyanın dışında kalmaya zorlanmış veya tercih etmiş bireylerin ve onların bu zorunlu veya gönüllü tercihlerinin kendileri ve etrafındakiler üzerindeki etkilerine odaklanan ve didaktizmden uzak kalmayı başarmış bir çalışma.
Hikâye duygusallığın alıp başına gitmesine hayli müsait olduğu halde Schöller kendi yazdığı senaryosunda bundan akıllıca uzak durmayı başarmış görünüyor filmde. Öyle ki “Babam ve Oğlum” tarzı sahnelere hayli yakın düşüp, gözyaşlarımızı kolayca alabilecek final sahnesinde bile doğal, sessiz ve kısa bir biçimde tamamlıyor hikâyesini. Benzer şekilde çocuk oyuncunun tüm sahneleri de sömürüden uzak ve hayatın tam içinde olduğu gibi sergilenmiş film boyunca. Burada Max Baissette de Malglaive’e de bir parantez açmak gerekiyor. Film çekildiği tarihte beş yaşında olan oyuncu rolünü tam bir olgunluk içinde canlandırmış. Elbette yönetmenin onu kullanmaktaki başarısını da eklemek gerek burada ama yemek yerken uyuyakaldığı, annesinin yanına yattığında burnunu çektiği veya okuldaki ilk gününde diğer çocukları oynarken seyrettiğinde olduğu gibi hiç de kurgu ile halledilemeyecek bir başarı sergiliyor ve filmi sadece kendisi için bile seyredilir kılıyor. Depardieu ise oyunu ile bir kez daha sinema için ne erken bir kayıp olduğunu gösteriyor. Diğer evsizlerle toplantı sahnesinde görüntülendiği gibi, Depardieu dünya üzerinde hüküm süren ekonomik ve sosyal düzenin dışında kalmayı tercih eden ve ormandaki terkedilmiş bir kulübede yaşayan karakterinin bu bilinçli tercihini inanılır kılmayı başarıyor. Sondaki “anlamsız” görünen terk etme sahnesinin arkasında bu kabullenilmiş sıradanlığın dışında kalma kararının payı var. Aslında sadece onun değil, diğer evsiz karakterlerin de entelektüel sohbetleri bu tür hayatı süren (veya Depardieu örneğinde olduğu gibi tercih eden) insanlar üzerine seyircide var olabilecek ön yargılara itiraz ediyor. Film burada bu hayata bir övgü de düzmüyor aslında; kadın karakterin deneyip başarmış göründükleri ile çözümlerin bireyler için farklılaşabileceğini de söylüyor. Söylüyor ama film bu çözümler için fazla umut da vermiyor.
Filmde kısa sürelerde de olsa gösterdiği Versailles sarayını anlatmak istedikleri için bir araç olarak kullanmış aslında yönetmen ve senarist Schöller. Fransız devriminin eşitlik, özgürlük ve kardeşlik peşindeki kahramanlarının bu sarayı bastığı yıllardan bugüne günümüz Fransız toplumunun bu hedeflerin neresinde olduğunu da düşündürtmek istemiş gibi görünüyor. Tüketmedikleri ve çöpe attıkları yiyeceklerin evsizlerin hedefi olmaması ve çöplerinin karıştırılmaması için bu yiyeceklerin üzerine çamaşır suyu döken insanların olduğu bir toplumdan bahsediyor Schöller bu sorgulamayı bizlere yaptırmak için. Yönetmenin bu sorgulamasını Depardieu karakterinin hikâyedeki kişisel tercihleri zayıflatmıyor ve onun bir yandan isyankâr bir yandan duygusal yapısını ve sorumluluk ile yüzleşince içine düştüğü çelişkiyi filmin bütününe zarar vermeyecek şekilde ayrı bir kanaldan akıtmayı başarıyor. Kendisi de zatürreden ölen Depardieu’nün filmde bu hastalıktan acı çektiği sahneyi seyrederken insanın için acımaması da mümkün değil.
Schöller’in zaman zaman belgesele yakın duran tarzı filmin acıtıcı gerçekçiliğinin altını çizmesine de yardımı oluyor. Son bölümlerindeki melodramın dozunun filmin bütününe zarar vermeyecek bir seviyede tutulduğunu ama buna rağmen hikâyesi olsa da alıştığımız anlamda bir hikâye anlatmaya çalışmayan filmin sadece bu bölümde bundan taviz verdiğini söylemek gerek. Julien Hirsch’in görüntüleri özellikle orman içinde geçen bölümlerde hayli başarılı ama filmin görsel gücünü en üst seviyeye çıkardığı sahne, çocuğun tüm eskimiş ve kirli kıyafetleri ile ve kendi görüntüsü ile taban tabana zıt bir görüntüsü olan Versailles sarayının bahçesinin görkemi içinde koşturması olarak görünüyor. Burada film günümüz uygar toplumlarının bu uygar görüntüsü arkasındaki eşitsizliğin ve yoksulluğun çok sert ve dolaysız bir resmini çekiyor. Çocuk ve adam karakteri üzerinden iki erkek arasındaki dostluğun hikâyesi olarak da özetlenebilecek film saf ve basit sinemanın güzelliğini de hatırlatması ile örneğin bir Dardennes kardeşler sinemasından da esintiler taşıyor seyircisine.