“Önünde sonunda ikisi arasındaki gerçek fark nedir? Gerçek fark cellat olarak benim. Benim için, ne yaptığının bir önemi yok. Seni astığımda, ölümünden özellikle tatmin olmayacağım, benim işim bu! Seni Red Rock’ta asar, bir sonraki kasabaya gider ve orada bir başkasını asarım. Boynunu kıracak kolu indiren adam tarafsız bir adam olacak ve bu tarafsızlık adaletin asıl özüdür. Tarafsızlık olmadan yerine getirilen adalet gerçek bir adalet olmama riskini taşır her zaman”
Kar fırtınasının olduğu bir günde tutsağını ödülünü alacağı kasabaya götürmeye çalışan bir adam, yolda karşılaştıkları ve sığındığı bir dükkandakilerin karıştığı bir hikâye.
Quentin Tarantino’nun yazdığı ve yönettiği bir ABD yapımı. Yönetmeninin televizyonda yayınlanan uzun soluklu üç western dizisinden (“Bonanza”, “The Virginian” ve “The High Chaparral”) esinlendiğini belirttiği filmde tüm hikâye bir günden daha kısa bir süre içinde geçiyor ve sakin ilerleyen ilk yarısından sonra ikinci bölümde tam bir kan gölüne dönüşüyor. Büyük bir kısmı kapalı ve tek bir mekânda geçen filmde Tarantino yine epik bir hava yaratmaya soyunuyor ve mekân kısıtına rağmen kısmen başarıyor da bunu ama ABD’nin tarihsel ve bugününe de yansımış olan problemlerini temelde bir küçük hikaye olarak nitelendirebileceğimiz bir senaryoya yedirmesi ve şiddet ve sertlik konusunda kendisini tamamen serbest bırakmış görüntüsü bu başarıyı zedeliyor. “Gerçek ne?” havasında ve bir Agatha Christie romanını çağrıştıran atmosferi yeterince güçlüyken, hikâyeye gereksiz bir görkem katma çabasının yarattığı sıkıntıları olan film, Tarantino’nun hikâye anlatma becerisi ve Robert Richardson’ın görüntü yönetmenliğinin büyük katkısı ile daha da parlayan görselliği üzerinden ilgiyi hak eden bir çalışma ve her Tarantino eseri gibi beklentileri bakımından farklı olan olan her tür seyirciyi kendisine çekecek bir çalışma.
Tarantino görkemi, büyüklüğü, dışavurumcu bir tavrı ve kendisini hissettirmeyi seven bir yönetmen. Filmin tek bir yerinde ve gerekliliği tartışılır bir şekilde anlatıcı ses rolünü kendisinin üstlenmesinden çok daha önemli izleri var bu filmde de onun tarzının. 3 dakikadan fazla süren tek çekimli açılış sahnesi, karakterlerine -yakıştığını inkâr edemeyeceğimiz- büyük sözler söyletmesi, görselliği çarpıcı ve bir yönetmen olarak kendi varlığını duyuracak bir biçimde kullanması ve bir çizgi romana yakışacak (kesinlikle olumsuz bir anlamda değil) hikâyeye büyük olgular eklemesi bu film için verilebilecek örneklerden sadece birkaçı. “Bir … filmi” uzun bir süredir pek çok yönetmenin görmeyi sevdiği bir ifade açılışta; burada ise Tarantino bir adım daha ileri gidiyor ve “Tarantino’nun sekizinci filmi” ifadesini görüyoruz açılış jeneriğinde. Her ne kadar 10 farklı ana karakter içerse de (biri sürpriz olduğu, diğeri ise filmin adındaki nefretin parçası olmadığı için herhalde) adında sekiz olan filmin ismine bir gönderme mi bu bilmiyorum ama yönetmenin kişi olarak kendini ortaya koymasının -bilinçli ya da bilinçsiz- örneklerinden birini oluşturuyor.
2020’de hayatını kaybeden ve sinemaya ölümsüz melodiler armağan etmiş olan Ennio Morricone’nin sondan bir önceki sinema filmi olan çalışmada müzisyen bu kez -Tarantino’nun aksine- barok ögelere daha az başvuran, daha modern havalı bir çalışma koymuş ortaya. Oysa Tarantino’nun hikâyesi, Sergio Leone’nin yine Morricone imzalı görkemli müzikleri olan filmlerine, örneğin “Il Buono, Il Brutto, Il Cattivo”ya (İyi, Kötü ve Çirkin) hayli yakın duran bir içeriğe sahip; yine de Morricone’nin seçimi doğru olmuş görünüyor çünkü hem daha az “gürültülü” bir havası olan müzik yine de etkileyici oluyor hem de Tarantino’nun dozunu fazlası ile artırmış olduğu büyüklüğü frenliyor bir parça.
Altı bölümde anlatıyor hikâyeyi Tarantino ve karakterleri peş peşe yerleştiriyor hikâyesine. Her biri bir şekilde en azından bir diğeri ile ilişkili olan (ya geçmişte bir karşılaşmaları olmuş, ya birbirlerinin adlarını duymuşlar ya da şu anda -başta bizim de diğer karakterler gibi bilmediğimiz- bir ilişkileri var) bu karakterler birbirlerine yine “güçlü” sözler söylüyorlar (Örneğin kanun kaçaklarının peşindeki bir ödül avcısından duyduğumuz, “Benim avladıklarım hiç asılmaz çünkü ben onları asla canlı götürmem”). Her biri yalanlar veya gizlenen gerçeklerle örülü oyunlar oynayan karakterlerin gerçeklerini hikâyeye hayli eğlence katan “Başkan Lincoln’un mektubu” örneğinde olduğu gibi bazen söylüyor bize Tarantino ama yeni şerif olduğunu iddia eden adamın bu iddiasının doğru olup olmadığını belirsiz bırakıyor. Tümünün geçmişinde suçlar, yalanlar olan bu insanların hikâyesinin kan dökülmeye başlamadan önce ve hatta bundan sonra da bir süre daha bir Agatha Christie romanı tadını verdiğini de eklemek gerekiyor ki Tarantino’nun dozu kaçmış şiddet gösterisi başlayana kadar filme çok özel bir hava katıyor bu tat. Karakterlerden birinin diğer tümünü tam da bir dedektif Hercule Poirot (aslında daha çok Miss Marple) edası ile karşısına alıp gerçekleri keşfetmeye ve onlara anlatmaya başladığı sahne örneğin bir Christie romanından fırlamış gibi ve tıpkı o eserlerde olduğu gibi seyircinin (okuyucu gibi) gerçeği bilmiyor olması bu sahneye ayrı bir renk katıyor. Burada Tarantino’nun sadece “katil kim” değil, “katil kim olacak” motifine de başvurarak hikâyesine bir özgünlük katması filmin lehine olmuş.
Tarantino tek bir mekanı (posta arabalarının yolu üzerindeki içki servisi de yapılan bir dükkan) ABD’nin sembolü olarak kullanarak ülkesinin tarihindeki çatışmalar ve suçları hikâyesinin ana motiflerinden biri yapıyor. İç savaştan kısa bir süre sonra geçen film kuzey – güney çatışmasından siyah- beyaz çatışmasına, Meksikalılara karşı ırkçılıktan kanun kuvvetleri ile yasadışı olanlar arasındaki savaşa kişisel çekişmeleri de katarak bir nefret hikâyesi anlatıyor. Nefret güçlü bir duygu kuşkusuz ve tümü bu duyguya sahip insanları bir odaya doldurup bir hikâye anlatınca, ortaya doğal olarak sert bir sonuç çıkıyor. Ne var ki bununla yetinmiyor Tarantino ve bizi bir şiddet ve kan gölünün ortasına da bırakıyor ikinci yarıda. Sınır tanımıyor bu konuda yönetmen ve bu sahneleri eğlenceli ve çekici kılmaya da özen gösteriyor hemen her zaman. Örneğin bir “adam asma” sahnesi var ki o ipi çekenlerden birinin Tarantino olduğuna yemin edebilirsiniz rahatlıkla. Herhalde sinema tarihinde bir kadının -suçlu da olsa- gördüğü şiddetin bu derece eğlenceli sergilendiği çok az örnek vardır diyelim son olarak.
Bunca kötü karakterden ortaya doğal olarak karanlık bir hikâye çıkıyor ve Tarantino bize adeta inancımızı yitirmemizi söylüyor eğlencesine rağmen karamsar atmosferli bu filminde. Zengin kadro içinde Jennifer Jason Leigh, Kurt Russell, Channing Tatum ve Samuel L. Jacskon öne çıkarken, tüm oyuncu ekibinin iyi bir takım oyunu sergilediğini rahatlıkla söyleyebileceğimiz filmde sadece Michael Madsen rolüne pek ısınamamış görünüyor. Ülkenin tüm sorunlarının altında sanki sadece ırkçılık varmış gibi düşünen ve bunu empoze eden hikâyesi ile aslında, bu sorun dışında, ABD’nin kirli geçmişi ve bugününü temizleyen bir film bu ve buna karşı da uyanık olmak gerekiyor şüphesiz.
(“Nefret Sekizlisi”)