“Medeniyet tekrar medeni olunca geri döneceğiz”
Nükleer saldırıya uğrayan Birleşik Devletler’de yaşadıkları şehirden kaçıp dağlık bir bölgeye sığınan bir ailenin hikâyesi.
Ünlü Amerikalı oyuncu Ray Milland’ın yönetmenliğini üstlendiği birkaç sinema filminden en çok bilineni. Soğuk savaş yıllarının paranoyasının etkisini gösterdiği film adı verilmese de elbette komünist ülkelerden gelen bir nükleer saldırının huzurunu kaçırdığı bir ailenin hayatta kalma mücadelesini anlatırken hayli muhafazâkar ve sağ değerlerin savunuculuğunu da yapıyor. Milland baş rolünü üstlendiği bu “düşük bütçeli” filmde B-sınıfı filmlerin izinden gider gibi yapıyor ama seçtiği anlatım yöntemi tipik Hollywood tarzı olunca B-sınıfının o “ucuz çekiciliğinden” yoksun bırakıyor eserini.
Nükleer kâbusun gerçek olmasından sonrasına odaklanan film kısa ve o günün ölçülerine göre bile bir hayli zayıf bir sahne dışında efektlere hiç başvurmuyor ve nükleer saldırıya değil sonrasında oluşan “ahlâki” kaosa ve bu kaos ortamında kutsal aile başta olmak üzere tüm değerlerin korunmasına değinmeyi tercih ediyor. Aslında bu seçim filmi benzerlerinden oldukça farklı bir yere taşıma potansiyeline sahip ve film zaman zaman bunu başarıyor da ama Ray Milland’ın canlandırdığı karakterden başlayarak film ne kadar saf Amerikalı değeri varsa tümünü karakterleri üzerinden seyircinin üzerine boca ediyor adeta. Kadınların anlaşılan bir nükleer kâbustan sonra da ikinci sınıf rollerinde kalmaya devam edeceği ve filme göre de devam etmesi gereken bir dünya önümüze getirilen. Ailenin annesi saf hümanist tarzında birkaç konuşmaya yelteniyor zaman zaman ama şiddetin ve düzensizliğin öne çıktığı bu dünyada babanın tereddütsüz başvurduğu sert yönteminin doğruluğuna kolayca ikna oluyor. Ailenin kızı ise babaya yardımları ile öne çıkan erkek kardeşinin aksine “aptal sarışın” olmaktan pek sıyrılamıyor film boyunca. Erkeklerin diğer erkeklere karşı koruması gereken veya erkeğinin arkasında duracak kadın karakterleri öne sürüyor senaryo film boyunca.
Ray Milland’ın klasik bir düz yorum ile canlandırdığı babanın patlama anından itibaren ortaya çıkardığı akıl, zekâ ve beceri dolu kişiliği nerede ise karşımıza bir süper kahraman olarak öne sürülüyor ve yasanın ortadan kalktığı ve ahlâki yozlaşmanın süratle hükmünü sürmeye başladığı bu yeni dünyada babanın başkalarına (üstelik suçlu veya masum ayırt etmeden) zarar vermekten çekinmemesini nerede ise doğruluyor. Filmin tüm derdi sanki kutsal değerlerin en ufak bir zarar görmesinin bile yaratabileceği “ahlâksız” dünyayı göstererek seyircilerinde bir panik yaratmak. Yemek duası, tecavüze uğrayan kızın babasına “I’m sorry” demesi ve filme göre en büyük kâbus olan ailenin dağılması gibi örnekleri hatırlayınca bu filmin sinemanın en muhafazâkar örneklerinen biri olduğu rahatça söylenebilir.
Bu “sağ” içeriği bir kenara bırakılırsa filmin kolay yolu tercih edip seçebileceği büyük ve efektlerle dolu bir bilim kurgu yerine küçük ve toplumsal bir dramın peşine düşmesini ve hikâyesini seyirciyi yormayan ama ilgisini sürekli kılacak bir tempoda anlatmayı başarmasını takdir etmek gerek yine de. Anlattığı hikâye ile aslında çok temel ve kendi bakışını da zayıflatan bir savı var filmin. İster nükleer bir kâbus ister başka bir etken nedeni ile olsun, insanlar yoldan çıkmaya her an hazır bekliyorlar anlaşılan. Bu durumda eline silah alan bir kahramanın korumaya çalıştığı şeyin korunmaya ne kadar değer olduğu tartışmaya çok açık bir olgu oluyor sonuç olarak.
(“Sıfır Yılında Panik”)