Looper – Rian Johnson (2012)

“Zamanda yolculuk henüz icat edilmedi ama bundan 30 yıl sonra edilmiş olacak. Bu icat, anında yasa dışı ilan edilecek ve yalnızca en büyük suç örgütleri tarafından gizlice kullanılacak”

Gelecekte çetelerin geçmişe gönderdikleri kurbanlarını onlar adına öldüren tetikçilerden birinin son kurbanın kimliği nedeni ile yaşadıklarının hikâyesi.

Rian Johnson’un yazdığı ve yönettiği bir ABD yapımı. Tartışılmayacak orijinalliği ile hayli ilginç öyküsü ve Johnson’ın gerilimli atmosferi aksiyona kurban etmeyen tercihleri ile ilgiyi hak eden yapıt; yönetmenin kendisinin de belirttiği gibi bire bilim kurgu unsuru olan zamanda yolculuğu değil, karakterlerinin bu unsurun ana belirleyicisi olan öykülerine odaklanması ile önem taşıyan farklı bir film. Bir Hollywood yapımı olarak, zaman zaman gereksiz ve öyküye zarar veren bir “Bruce Willis” filmine (ve çocuk karakteri üzerinden bir “The Omen” (Kehânet) filmine) bürünmekten kurtulamayan (daha doğrusu bunu özellikle seçen) yapıt zamanda yolculuk gibi, bir senaryo için tehlikeli tuzaklar içeren temasının altından başarılı bir biçimde kalkabilmesi ile önemli yine de.

2044 yılında geçiyor hikâye ve Joe adında bir adamın yaşadıklarını anlatıyor bize. Joe bir “tetikçi”dir (filmin orijinal adı ile bir “looper”) ve görevi zamanda yolculuğun icat edildiği ama neden oldukları yüzünden yasaklandığı 2074’ten 30 yıl geçmişe gönderilen kurbanları öldürmektir. Cinayetlerin 30 yıl geçmişe gidilerek gerçekleştirilmesinin nedeni, teknik olarak gelecekte bir cesedi yok etmenin imkânsız hâle gelmesidir ve kurbanı geçmişe ve var olmadığı bir döneme göndermek bunun çözümüdür. Oldukça kazançlı bir iştir bu Joe için ve ücreti de kendi zamanına gönderilen kurbanın bedenine bağlanmış olan gümüş külçelerle yapılmaktadır. Ne var ki Joe gittikçe artan bir sıklıkla kendisi gibi bazı tetikçilerin “çemberinin kapandığını” (filmin orijinal adını kullanarak söylersek, “close the loop”) öğrenir ve öldürmek için beklediği son kurbanın kim olduğunu keşfettiğinde kendi başının da dertte olduğunu anlar. Bundan sonrası ise, Joe’nun hayatını kurtarmak için giriştiği zorlu mücadeleyi anlatan gerilimli ve aksiyonu dozunda bir hikâyedir.

Tetikçiler kendilerine iletilen zaman ve koordinat bilgilerine göre kurbanlarını beklerler ve aniden önlerinde beliren ve başlarına yüzleri görülmeyecek şekilde her zaman bir torba geçirilmiş kurbanlarını infaz ederler hikâyeye göre. Yüzün görünmemesi tetikçinin işini kolaylaştırmaktadır kuşkusuz ama hikâyenin gerilimini yaratan da kurbanın kimliğinin ancak infazdan sonra öğrenilebilmesinde yatıyor. Film telekinetik yetenekleri olan bir çocuk (2044’te nüfusun %10’u bu yeteneğe sahip olacak şekilde mutasyon geçirmişlerdir) karakteri ve tetikçilerin “çemberini kapatmaya” soyunan gelecekteki “Yağmur getiren” karakteri üzerinden bu gerilimi artırıyor ve ilgiyi canlı tutmayı başarıyor çoğunlukla. Bir bilim kurgu hikâyesi olarak görsel efektleri tadında bırakmasının karakter odaklı olma tercihini desteklediği filmin bu gerilimini aksatan iki pek de önemsiz olmayan problemi de var ama: Bunların ilki kahramanımızın (Joseph Gordon-Levitt) 30 yıl sonraki hâlini oynayan Bruce Willis’in oyuncunun tipik aksiyonlarındaki karakterlerinden birine dönüştüğü sahneler. Bunların özellikle birinde, kötü adamları peş peşe ve Rambovari bir tarzla temizlediğini görüyoruz Willis’in ve hikâyeye -filmin genelinde kendisini alttan alta hissettiren kara mizahla birlikte düşünüldüğünde bile- pek uymayan bir hava yaratılıyor. İkinci problem ise, Cid adındaki çocuğun korku türünün klasiklerinden biri olan Richard Donner’ın 1976 yapımı “The Omen”deki (Kehânet) Damien’ın neredeyse birebir kopyası olması. Pierce Gagnon bu rolde çok iyi bir performans veriyor kesinlikle ama yeteneklerinden bakışlarına adeta karşınızda Damien var gibi hissediyorsunuz. Daha da önemli olarak, çocuğun hikâyenin görsel açıdan çok güçlü olan bazı sahnelerine damgasını vuran yeteneğinin, tüm etkileyiciliğine rağmen senaryoya olan katkısının tartışmaya açık olması. Daha sade ama asıl temaya daha odaklanılmış bir hikâye filme kesinlikle çok daha fazla yakışırmış.

Ne hikâyeye katkı sağlayan ne de onunla uyumlu görünen bir “şehvet çağrısı”, -gerekçesi ne olursa olsun- iki farklı “çocuğunu terk eden anne” karakteri ve “anneliğin kutsallığı”nın farklı bölümlerde sık sık vurgulanması gibi sorunları da olan filmde Rian Johnson’ın anaakım aksiyonlardan ayrı bir yerde tutan kamera kullanımı ve mizansen anlayışı yapıta kesinlikle ek bir değer katıyor. Sinemacı gerçekten de bir bilim kurgu öyküsünü karakter odaklı anlatmayı başarmış ve bu sayede filmini farklı ve ilgiyi hak eden bir konuma getirmiş. Müziklerini yönetmenin kuzeni olan ve birlikte “The Preserves” adı altında müzik yaptıkları Nathan Johnson’ın hazırladığı film muhtemelen Yağmur Getiren karakterine bir gönderme olarak bulut motifini incelikle kullanıyor ve gerek gerçek bulut görüntüleri gerekse bulutu andıran farklı şekillerle seyirciye sık sık hatırlatıyor bu karakteri. Joe’nun genç ve yaşlı hallerini oynayan Gordon-Levitt ve Willis, Cid rolündeki Gagnon, onun annesini canlandıran Emily Blunt ve Kid Blue karakterinde eğlenceli bir kötü adam çizen Noah Segan’ın senaryonun, her bir karakterine hakkını veren içeriğinin de katkısı ile çekici performanslar sergiledikleri filmde zaman yolculuğu üzerine başta restorandaki yüzleşme sahnesi olmak üzere pek çok çekici soru da ortaya atılıyor.

(“Tetikçiler”)

Knives Out – Rian Johnson (2019)

“Tamam, o zaman yalan söyleme. Gerçeğin bazı kesitlerini anlat sadece, tamamen doğru sıralamayla”

Tuhaf bir ailenin reisi olan zengin ve ünlü bir yazarın boğazı kesilmiş halde ölü bulunması olayını araştıran bir dedektifin hikâyesi.

Rian Johnson’ın yazdığı ve yönettiği bir ABD yapımı. Gördüğü ilgi üzerine aynı dedektifin yeni macerasını anlatan ikincisinin çekildiği ve üçüncüsünün de duyurusunun yapıldığı film Johnson’ın “Amerikalı Poirot” (Poirot polisiye meralılarının da çok iyi bildiği gibi Agatha Christie’nin ünlü Belçikalı dedektifidir) olarak tanımladığı Benoit Blanc’ın (oldukça Belçikalı bir isim) eğlenceli ve merak uyandıran bir vakasını anlatıyor bize ve “Kim yaptı?” türünden hikâyelerden hoşlananlar için çekici bir düzeye ulaşmayı da başarıyor. Zengin kadrosunun hakkını her birine gerekli oyunculuk fırsatını sağlayarak veren film bir Christie romanı uyarlaması havasını yakaladığı gibi, zaman zaman böyle bir romanın yaratılışına tanıklık ediyormuşuz havasını yakalaması ile de ek bir çekicilik sahibi olmuş. Yeni macerasını çektirecek kadar öne çıkartılmış olsa da Blanc’ın kesinlikle Poirot gibi bir kült karaktere dönüştürülememesi ve özel bir dedektifin emrine girmiş görünen polisler gibi önemli bir gerçekçilik sorunu olsa da, kesinlikle eğlendiren bir yapıt bu.

Koca bir malikânede ünlü bir polisiye roman yazarının ölü bulunması ile açılıyor film; boğazı bıçakla kesilmiştir ve ilk araştırmalar bir intihar gibi göstermektedir olan biteni. Ivır zıvırla, antika eşyalarla ve tuhaf dekorasyon ürünleri ile dolu bu karanlık görünümlü malikânede yazarın başına ne geldiğinin araştırılması ile görevlendirilen özel bir dedektif ve iki resmî polis eve gelir ve ev halkı ile tek tek görüşmelere başlar. Hikâye cinayet gecesine döner zaman zaman bu görüşmeler sırasında ve aile bireyleri arasındaki ilişkiler, saklanan sırlar, düşmanlıklar ve hırslar birer birer ortaya dökülmeye başlar. Rian Johnson’ın senaryosu bu tür filmlere özel bir çekicilik katan ve Christie romanlarının olmazsa olmazı olan “Dedektif herkesi toplar ve katili açıklar” yüzleşmesini de barındırması ve yeterince sürpriz içermesi ile meraklılarının beklentilerini karşılıyor kesinlikle. Seyirciyi de yanıltmayı başaran senaryo ev halkını adeta ABD toplumun mikro ölçekli bir örneği olarak kullanarak, bu toplum içindeki çatışmaları ve kutuplaşmaları, adını hiç vermese de Obama ve Trump yönetimlerinin bazı kararlarını ve bu kararların yol açtığı tartışmaları da -genellikle- doğal bir şekilde içeriyor.

Yazar seksen beşinci yaş gününün kutlandığı gece ölüyor ve Agatha Christie’nin de aynı yaştayken ölmüş olduğunu hatırlarsak, sadece bu bile Rian Johnson’ın bu usta yazara filmi ile sevgi ve saygı dolu bir selam gönderdiğini söyleyebilmek için yeterli. Senaryo aile ile ilgili tüm sırları hikâyenin gelişimi boyunca birer birer önümüze getirirken, her bir üyenin neden katil olabileceği ile ilgili bir gerekçeyi de yaratıyor olması gerektiği gibi ve seyircinin “Kim yaptı?” sorusunu hep canlı tutmayı başarıyor böylece. Yazarın özel hemşiresi olan göçmen kadın karakterinde özellikle kendisini gösteren liberal bakış da senaryoya ek bir boyut katmış. Ailenin her bir bireyinin kadının kökenini farklı bir ülke (Paraguay, Brezilya, Ekvator vs.) ile ilişkilendirmesi Amerikalıların dünyayı kendileri ve tüm diğerleri olarak görmesinde ve diğerlerini de birbirinden ayırt etmeye değmeyecek insanlar olarak sınıflamasında kendisini gösteren üstenci bakışa bir gönderme olsa gerek. Senaryonun hemşireyi “yazarın ölümünden çıkarı olmayan tek kişi” olmasının da katkısı ile, her biri farklı yozlaşmaların parçası olan aile üyelerinden farklı bir şekilde konumlandırması da aynı bağlamda görülmeli.

Sürprizlerin inandırıcılığı ve seyircinin hikâye boyunca kendisini farklı cevaplar üretirken bulması bu tür filmlerin başarısı için olmazsa olmaz denebilecek bir unsur ve Rian Johnson’ın senaryosu da bunu başarıyor. Hikâye boyunca değişen sürprizler ve seyircinin tıpkı karakterler gibi sorular sorup çözümler bulmaya çalışmasını eğlencesini hemen hep koruyan bir şekilde anlatıyor Johnson. Vasiyetin okunması ve sonrasında yaşananlar sahnesinden hemşire kadının “yalan söyleyememesi” probleminin bir örneği olduğu buluşlara veya hikâye boyunca herkesin görmezden geldiği büyük büyükannenin -bir intikam olarak da görülebilecek- tanıklığı gibi oyunlara ve Nazi kılıklı küçük torun üzerinden Trump ile çok daha görünür hâle gelen aşırı sağa göndermelere Johnson işini iyi yapmış bir senarist olarak. Sinemacının yönetmenlik çalışması belki çok özel bir yaratıcılık içermiyor ama hikâyenin keyifli ve dinamik yapısının gereklerini rahatlıkla karşılayan bir çalışma çıkarmış Johnson. Daneil Craig, Christopher Plummer, Toni Collette, Chris Evans, Jamie Lee Curtis, Don Johnson, Michael Shannon ve Ana de Armas’ın aralarında bulunduğu zengin kadro da eğlenerek ve eğlendirerek desteklemiş hikâyeyi ve merak uyandıran soruları olan polisiyelerden hoşlananları rahatlıkla kendisine çekecek bir sonuç çıkmış ortaya. Açılış sahnesinde yazara ait olduğunu anladığımız ve üzerinde “Benim Evim, Benim Kurallarım, Benim Kahvem” yazan fincanın finalde kimin elinde olduğu da çok önemli; çünkü bu seçim ile film başta Trump olmak üzere tüm Amerikan sağının göçmen paranoyası ile sıkı bir dalga geçerek aslında hayli sert bir eleştiride de bulunuyor aslında. Film Agatha Christie ve benzerlerine, türün ustalarına saygıyı ihmal etmemesi ile de önem taşıyor. Örneğin özel dedektif hemşire kadını “Watson” diye çağırıyor Conan Doyle’un ölümsüz dedektifi Sherlock Holmes’ün dostu ve yardımcısı Doktor Watson karakterine göndermede bulunarak. Bir başka örnek olarak da hemşirenin annesinin televizyonda seyrettiği “Murder, She Wrote” adındaki televizyon dizisini gösterebiliriz. 1984 ile 1996 arasında 12 sezon boyunca süren bu televizyon dizisi bizde de gösterilmiş ve Angela Lansbury’nin canlandırdığı Jessica Fletcher karakterini armağan etmişti polisiye dünyasına. Bir devam filmini çektirecek kadar ilgi görmesine ve Daniel Craig’in sağlam performansına rağmen Benoit Blanc’ın bir dedektif karakteri olarak bu tür bir kalıcılığa sahip olacağını söylemek ise pek mümkün değil ve ilginç bir şekilde hikâyenin en zayıf noktası da bu. Yine de sadece “Kim yaptı?” ile yetinmeyip, “Nasıl yaptı?” sorusunu da cevabını merak ettirerek sormayı başaran keyifli bir yapıt ve görülmeyi hak eden bir çalışma bu.

(“Bıçaklar Çekildi”)