Kind Hearts and Coronets – Robert Hamer (1949)

“O berbat banliyö mezarlığında zavallı annemin naaşı başında dururken, ailesinin ona çektirdiklerinin intikamını almaya yemin ettim”

Annesi bir yabancı ile evlendiği için kaybettiği dük olma ihtimalini canlandırabilmek amacı ile, asalet sırasında önünde olan sekiz akrabasını öldürmeyi planlayan bir adamın hikâyesi.

Roy Horniman’ın 1907 tarihli “Israel Rank: The Autobiography of a Criminal” adlı romanından uyarlanan, senaryosunu Robert Hamer ve John Dighton’ın yazdığı, yönetmenliğini Hamer’ın yaptığı bir Birleşik Krallık yapımı. Ealing Stüdyoları’nın İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra özellikle 1940 ve 50’li yıllarda çektiği ve çoğu bugün bir klasik kabul edilen komedilerin en parlak örneklerinden biri olan yapıt kara mizah ile suç öğelerinin ustaca bir araya getirildiği, tüm kadronun klasik İngiliz oyunculuğundan nasibini bolca alan ve başroldeki Dennis Price’ın ve sekiz karakteri birden oynayan Alec Guninness’in performansları ile parladıkları bir film. İngiliz toplumundaki sınıf farklılıklarına, aristokrasinin varlığına ve hatta kilise kurumuna eleştirel bir gözle bakan film hiçbir anında bir komedi havasına girmeye çalışmadan müthiş bir mizah hikâyesi olmayı başaran tam bir klasik.

Hikâyenin odağında bir aristokrat ailenin yer almasına uygun olarak, bir dantel örtü üzerinde yer alan tanıtım yazıları ile başlıyor film. Elinde doktor çantası olan bir adam bir gece vakti dev bir cezaevinin kapısına geliyor ve oraya asılmış olan ve sabah gerçekleştirilecek bir idam cezası infazını duyuran yazıyı okuyor. Bugün özellikle, 1930 ve 40’lı yıllarda Ealing Stüdyoları’nın filmleri için hazırladığı müziklerle hatırlanan Ernest Irving’in notaları ve üç kez Oscar’a aday gösterilen ve alanının en usta isimlerinden biri olan Douglas Slocombe’un görüntüleri ile bir klasik gerilim/korku filmine yakışacak bu açılış sahnesinin aksine, sonrasında seyredeceğimiz hikâye altısı cinayet olan onca ölüme rağmen müthiş mizahı ile bol bol eğlendiriyor seyirciyi. Film hiçbir anında kahkaha attırmanın peşine düşmüyor; bunun yerine toplumsal yanı da öne çıkan bir kara mizah üzerinden eğlendirmeyi seçiyor seyircisini ki bugün hâlâ tazeliğini ve çekiciliğini korumasında önemli bir payı var bunun.

İngiliz toplumunun sınıflı yapısına baştan aşağıya göndermelerle dolu hikâye ki başlarda cezaevinde geçen sahneler bunun en önemli örneklerinden biri. Cinayet nedeni ile idam edilecek kişi bir dük olunca, otoriteyi temsil edenlerin ölüme hazırlanmakta olan bir adama saygılı davranmaya nasıl da özen gösterdiklerini izliyoruz bu bölümde; öyle ki düke saygılı bir hitap yolunun ne olması gerektiğini bile tartışıyorlar. Dükün cezaevinde yazdığı anıları okuması ile başlayan ve uzun bir geriye dönüşle anlatılan hikâye tekrar o güne dönene kadar da, üst sınıfların hayatlarındaki ikiyüzlülükleri ve oynanan oyunları eğlenceli bir eleştiriyi hep ana konularından biri yaparak anlatıyor film. Burada özellikle de “soylu”lara yapılan eğlenceli saldırılar dikkat çekiyor. “Tüm soylular gibi, geleneğe uyup ailenin aptalını kiliseye göndermişlerdi” gibi ifadelerle, bu sınıfın gelenek düşkünlüğünden kilise kurumunun kendisine kadar uzanan eleştiriler ile onların halktan kopukluğunun, sahip oldukları ayrıcalıkların ve şımarık zengin oyunlarının izlerini taşıyan bir hikâye izliyoruz baştan sona. Hamer’ın senaryosunu da yazdığı film, bu eleştirel yanını kara mizahla zarif bir şekilde sarmalayarak, hem eğlencesini hep korumayı başarıyor hem de ders veren bir yapıt olmaktan özenle sakınıyor.

İtalyan olan operacı baba (film İtalya’da gösterilirken yapılan dublajda karakter İspanyol yapılmış anlamsız bir hassasiyetle; anlamsız çünkü İtalyan olmakla ilgili alaycı bir yaklaşım olmadığı gibi, “Yarı İtalyan olabilirsin ama âşık rolü oynarken, tam bir aptala benziyorsun” gibi övgüler bile var senaryoda) ile evlenmeyi seçtiği için aristokrat ailesinden dışlanan annenin yaklaşımı ile ilk tohumları atılan “hak edilenden mahrum bırakılma” duygusunun kanlı bir intikam arzusuna dönüşmesini zarif ve yalın bir şekilde anlatıyor film. Hep bir soyağacına bakarak geçen bir çocukluk, tüm girişimlere rağmen aile tarafından sürekli ret edilmek ve yoksullukla geçen bir ömrün Louis Mazzini (Dennis Price) adlı kahramanımızı getirdiği nokta o derece doğal bir şekilde gelişiyor ki genç adamın tam bir soğukkanlılıkla devreye soktuğu planında en ufak bir gerçekçilik sıkıntısı hissetmiyorsunuz ve bu da kuşkusuz filmin epey lehine oluyor. Louis’nin gazetelerde, peşine düştüğü aile ile ilgili doğum ilanlarını kötü, ölüm ilanlarını iyi haber olarak karşılaması örneğin, tam da olması gerektiği gibi tüm bir ciddiyet içinde çekici bir mizah oluşturuyor. Kendisini ait hissettiği ama içine girilmesine izin verilmeyen üst sınıftan intikamını sadece cinayetler aracılığı ile değil, baştan çıkarmalarla da almaya soyunan adamın tüm bu kötülükleri işte bu nedenle olsa gerek Louis’yi hiç de, en azından olması gerektiği kadar, kötü bir karakter olarak görmememizi sağlıyor sonuç olarak.

Canlandırdığı Louis karakterinin zaman zaman anlatıcı olarak da karşımıza çıktığı filmde Dennis Price filmin o ciddi mizahına çok yakışan bir performans sergiliyor. Tiyatro ile başlayan oyunculuk kariyerinde sinemadaki ilk başrollerinden biriydi bu filmdeki rolü ve sonradan önce yardımcı oyunculuklara kaymak zorunda kalmış ve hatta malî açıdan iflasını da ilan etmişti Price ve henüz otuz dokuz yaşındayken intihar girişiminde bulunmuştu. Burada Louis karakterini çok sade, güçlü, doğal bir zarafetle canlandırmış oyuncu ve seyirciyi her sahnesinde göründüğü filmde yanında tutmayı başarmış hep. Price’ın filmde ayrıca Louis’nin babasını da canlandırdığını da ekleyelim bu arada ilginç bir not olarak. Bugün aslında film, belki Price’a karşı bir haksızlığa da neden olarak, daha çok Alec Guinness’in başarısı ile hatırlanıyor ne var ki. Onun, aralarında bir kadının da bulunduğu, farklı yaşlardan sekiz ayrı karakteri birden canlandırmadaki başarısına şapka çıkarmamak mümkün değil gerçekten de. Senaryo kendisine ilk verildiğinde dört ayrı karakteri canlandırması istenen Guinness, sürekli kahkaha atarak okuduğu senaryoyu o kadar beğenmiş ki bu sayıyı sekize çıkarmayı kendisi önermiş. Guinness’in nasıl bir usta oyuncu olduğunun en iyi kanıtı, bu sekiz ayrı kişiyi hiçbir ânında bir “taklit” duygusu yaratmadan, örneğin bir kadını taklit eden bir erkek havasını hiç yaratmadan, canlandırmış olması. Her bir karakteri yaşlarına, işlerine ve toplumsal konumlarına uygun farklı bir vücut dili ile ve farklı bir ses tonu ile oynamış Guinness ve tümünü aynı kişinin canlandırdığını anlayamayacağınız kadar doğal ve farklı kılmış onları. Son bir not olarak, Guinness’in sekiz karaktere hayat vermenin yanında, Dük’ün kalesindeki bir tablodaki karaktere modellik yaptığını da ekleyelim.

Robert Hamer ve John Dighton ikilisinin, senaryolarına kaynak olan romanı (ki hayli antisemitik unsurlar içeren bir kitapmış aslında) ustalıkla sinemaya dönüştürdükleri görülüyor. Hamer’ın yönetmenliği ile daha da güçlenen senaryo akıllıca kurgulanan hikâyesi ile baştan sona hep sürükleyici bir içeriğe sahip. İkilinin, yapıtları için İngiliz şair Alfred Tennyson’un “Lady Clara Vere de Vere” adlı şiirinden esinlenen bir isim seçmeleri de çok isabetli olmuş. Aristokratik öğeler üzerine yazılan şiir, temel olarak “karakterin iyiliğini belirleyenin doğuştan gelen (soylulukla ilgili) özellikler değil, erdemli davranışlar olduğunu söyler ve şu mısraları içerir: “Yumuşak kalpler süslü taçlardan daha değerlidir / Ve saf inanç da Norman kanından”. Katil düke cezaevinde uygulanan ayrıcalıklı muameleden, arazisinde kendisinden izin almadan avlanan köylüyü acımasızca cezalandıran soyluya filmin İngiliz toplumundaki sınıf ayrımlarına ve asalet unvanı sahiplerinin avantajlı konumlarına sürekli göndermede bulunması da bu şiirin seçimini doğruluyor. Filmin yaratıcılarının bir başka seçimi bu uyumu müzik alanına da taşıyor: Louis’nin babasını bir sahnede Mozart’ın Don Juan operasından, “Il Mio Tesoro” adlı aryayı seslendirirken görüyoruz. Bir intikam arzusunu dile getiren bu arya Hamer’ın filminin de temel olarak bir intikam öyküsü anlattığı düşünülürse, akıllıca bir tercih olmuş ve şarkıyı dinlediğimiz sahnede “şarkıcı parçası” olan alt sınıftan bir adamın karşısındaki seyircilerin üst sınıftan olmaları da benzer bir doğru seçimin örneğini oluşturuyor.

İskoç oyuncu Sean Connery’in sinemadaki ilk rolü olarak figüranlık yaptığı, Herbert Wilcox’un 1954 tarihli “Lilacs in the Spring” (ABD’de gösterildiği adı ile “Let’s Make Up”) gösterilir. Burada filmin sonlarındaki mahkeme sahnesinde arka sıralarda oturan bir figüranın Sean Connery olduğu konuşulmuştur hep ve bugün genel olarak da doğru kabul edilmektedir bu. Bu ilginç not filmin bir sinefil için önemini daha da artırıyor kuşkusuz ve İngiliz Film Enstitüsü’nün 1999’da Britanya sinema ve televizyon sektöründe çalışan 1.000 kişi ile yaptığı ankette altıncı sırayı alan alan (1 numarada Carol Reed’in yine 1949’da çektiği başyapıtı “The Third Man” (Üçüncü Adam) yer alıyordu) filme ayrı bir renk katıyor. İkinci Dünya Savaşı’ndaki sonraki hassasiyetlerin sonucu olarak baş karakterin romandaki gibi Yarı Yahudi yerine, Yarı İtalyan olarak çizildiği film sınıflar arasındaki çatışmayı para ve cinsellik gibi araçlar üzerinden anlatan ve zaman zaman bir Oscar Wilde atmosferine de sahip olan çok önemli bir yapıt. Yaşamının önemli bir bölümünde alkolle başı dertte olan, eşcinselliğin yasadışı olduğu bir dönemde cinsel yöneliminin (Price ve Guiness’in de biseksüel olduğunu belirtelim bu arada) sıkıntılarını yaşayan Robert Hamer sadece 52 yaşındayken kaybetti yaşamını ve toplam on bir sinema filmi yönetme şansı bulabildi kariyeri boyunca. “Kind Hearts and Coronets” tartışmasız bir şekilde bu filmlerin en iyisi ve İngiliz sinemasının mutlaka görülmesi gerekli klasiklerinden biri, bir başyapıt. Her bir cinayetin farklı yöntemlerle işlenmesi ile de seyircisini kendisine bağlayan filmin iki baş kadın oyuncusu Valerie Robson (Edith) ve özellikle de Joan Greenwood’un (Sibella) başarılı oyunculuklarını da anarken; son bir notu, daha doğrusu bir uyarıyı paylaşmakta da yarar var: Filmin ABD’de gösterime çıkan versiyonu, İngiliz seyircisinin karşısına çıkandan farklı bir son içeriyor. Anlaşılan ABD seyircisini -filmin diğer tüm seçimleri ile uyumlu olmasına rağmen- “belirsiz” bir sonun rahatsız edeceği düşünülmüş.

(“Yumuşak Kalpler”)