Son Durak (Fruitvale Station) – Ryan Coogler : Gerçek bir olayı anlatan ve Coogler’ın ilk uzun metrajlı yönetmenlik çalışması olan film hikâyesi ile özellikle Gezi sürecine dahil olmuş veya takip etmiş olanları oldukça etkileyecek bir içeriğe sahip. Vizyona da çıkacak olan filmin Türk dağııtımcıları da bunun farkında olsalar gerek ki filmin sonundaki “sonra ne oldu” açıklamalarına orijinalinde olmayan “… polis şiddetinin sembolü oldu” ifadesini eklemişler gereksiz bir fırsatçılık yaparak. Film yılbaşı gecesi bir tren istasyonunda polis tarafından öldürülen gencin gerçek olay anı görüntüleri ile başlıyor ve sonra olayın yaşandığı 31 Aralık gününü sabahtan başlayarak gerçekçi bir tarz ile anlatıyor. Hayatı pek yolunda gitmeyen siyah gencin değişmesi gerektiğini hissettiği ve yeni yılı bunun için bir fırsat olarak gördüğü bir sırada başına gelenleri anlatan film özellikle istasyonda geçen bölümleri ile kesinlikle çok etlkileyici. Sonunu baştan gösteren film, istasyondaki bölüme kadar kahramanımızın bir gününü ve onu olumlu/olumsuz yanları ile ele alarak anlatıyor. Michael B. Jordan’ın karakterini tüm insani boyutları ile perdeye taşıdığı filmde olay anına kadar geçen bölümlerde yönetmen Coogler sıradan bir karakterin sıradan bir gününü anlatıyor ama gerek küçük olaylar, gerek diyaloglar ve özellikle geriye dönüşle gösterilen cezaevi sahnesi ile sinema dilini ustalıkla kullandığını gösteriyor seyirciye. Baş karakterini bize ustaca tanıtan senaryo gerçekçi ve duygusal tarzı ile seyirciyi sarsacak bir güce sahip ve el kamerası kullanımı da bu gerçekçiliği destekliyor. Şiddetin (özellikle de devletten ve/veya onun temsilcisi olan güçlerden gelen şiddetin) küresel bir gerçek olduğunu –bir kez daha- hatırlamak ve başka ülkelerde bu şiddete başvuranların şu ya da bu şekilde cezalandırıldığına şaşırmak için izlenmesi gereken bir film. Gezi bağlantılı devlet şiddetini yaşayanları veya o şiddete tanık olanları çok daha fazla etkileyecek olan bu çalışma “güç sahiplerinin” siyah/terörist/çapulcu vb.isimleri taktıkları insanlara karşı sahip oldukları önyargıların sonucunu da gösteriyor bizlere.
Büyülü Tarla (A Field in England) – Ben Wheatley : İngiliz sinemacı Ben Wheatley’den “saykodelik-psychedelic” sıfatını tam anlamı ile hak eden film görüntülerinin (“flashing images and stroboscopic sequences”) uyarısı ile başlıyor ve bu uyarının ne kadar ciddi ve doğru olduğunu da filmi seyrederken çok net anlıyorsunuz. Siyah-beyaz olarak çekilen filmde Laurie Rose’un çarpıcı olarak nitelendirilebilecek görüntüleri, kamera açıları vs. değil sadece bu uyarıyı gerektiren. Görüntü ve ses kurgusu ile sara hastalarına atak geçirtebilecek bir biçim benimsemiş filmin yaratıcıları. Belki saliselik denebilecek süresi olan görüntüler peş peşe gelebiliyor, görüntü yavaşlıyor veya hızlanıyor, bir bomba sahnesinde filmin karakterlerinden birinin yaşadığı geçici kulak rahatsızlığını seyredenin de yaşaması muhtemel vs. Oldukça stilize olan çalışma bu tercihi ile bir yandan kesinlikle çok etkileyici olurken bir yandan da dozun bir parça kaçırılmış olduğunu düşündürtüyor seyredene açıkçası. Beş ana karakterin 17. Yüzyıl ortalarında İngiltere’deki iç savaş sırasında yaşadıklarını anlatan hikâye yoğun diyalogları ile de saykodelik ve Shakespeare havasını taşıyan bir tiyatro oyunu olarak da değerlendirilebilir; karakterlerin sürekli çatıştığı, yüzleştiği filmde yönetmenin tüm görsel oyunlarına rağmen bu karakterlerin ruhlarına erişebilmesi ve bize gösterebilmesi de ciddi bir başarı ve bu anlamda da sıkı bir tiyatro oyunu olarak düşünülebilir. Bir yandan seyirciye çoğunlukla sesler aracılığı ile yansıtılan savaş atmosferi, diğer yandan simyacı/büyücü karakterleri ile film etkileyici ama yorucu özet olarak. Başta Reece Shearsmith ve Michael Smiley olmak üzere tüm oyuncular da performansları ile seyir zevkini artırmışlar “mantar” yeme sahnesi ve sonrası ile “uyuşturucu” etkisi verebilecek bu filmde. Karakterlerinin sembolik özelliklerine de dikkat!
Kırık Çember (The Broken Circle Breakdown) – Felix Van Groeningen : Festivalden çok vizyona yakışan bir film bu Belçika yapımı. Amerikan Country müziğinin bir alt türü olarak nitelendirebileceğimiz “Blue Grass” türünde müzik yapan bir grubun elemanı ile dövmecilikle uğraşan bir kadının trajik aşk hikâyesi karşımızdaki. ABD’nin her şeyine hayran olduğunu ilan eden adam neden bu tür müzikle uğraştığı sorusunu da bu hayranlıkla açıklıyor ve açıkçası film de tam bir Hollywood filmi havasında ilerliyor. Müzikler ve performanslar kesinlikle çok başarılı ama filmin havasına çok yakışsa da ve şarkılar hikâyeye zenginlik katıyor olsa da müzikli anların dozunun biraz kaçmış olduğunu söylemek gerek; filmi de bu bağlamda müzik, trajedi ve erotizm başlıkları altında ele almak mümkün. Zaman zaman geriye dönüşlerle anlatılan ve böylece bir biyografik filmin düz kronolojisinden kendisini kurtarabilen filmde trajedi oyuncularının performanslarının da katkısı ile kesinlikle etkileyici, erotizm havası fena değil ve müzikler şarkıların tüm güzelliğine rağmen bir parça fazlaca. Johan Heldenbergh ve Veerle Baetens’in oyunculuklarının oldukça parlak olduğunu da ekleyelim bunlara. Yönetmen Felix Van Groeningen bir önceki filmi olan ve İstanbul Film Festivali’nde Altın Lale kazanan “De Helaasheid der Dingen – Çölde Kutup Ayısı” filminde olduğu gibi burada da –müzik grubu aracılığı ile- sıkı bir erkekler arası dostluk örneği veriyor ama o filmdeki sıcaklık burada yerini Amerikan sinemasına yakışır bir trajedi anlatım biçimine bırakınca, film yeteri kadar çekici olamıyor. Hikâyenin sonda asıl odağı haline gelen ama başta yeterince işlenmediği için seyirciyi hazırlıksız yakalayan bilim ve din çatışmasının (kök hücre çalışmalarını yılllarca veto etmiş olan Bush’un konuşmaları ve bu veto için öne sürdüğü gerekçeler üzerinden dile getiriliyor bu çatışma) hızla muhafazakârlaşan Türkiye için ayrıca dikkat edilmesi gereken bir tema olduğunu ve kahramanımızın ABD hayranlığını ona ve bize sorgulattığını da söyleyelim son olarak.