The Killer Elite – Sam Peckinpah (1975)

“Kendileri özgürlük ve ilerleme nutukları atarken, kanlı işlerini yapacak birilerine ihtiyaçları var”

CIA için taşeron olarak çalışan bir şirketin en iyi ajanının uğradığı ihanetten sonra peşine düştüğü kişisel intikamının hikâyesi.

1975 tarihli bu Sam Peckinpah filmi ustanın yorgunluk döneminin izlerini epeyce taşıyan, senaryoya kaynaklık eden Robert Syd Hopkins romanının pek de orijinal ve derin olmayan yapısından gelen bir vasatlıktan kurtulamamış görünen bir çalışma.

CIA tarafından kullanılan ve kulağa oldukça tanıdık gelecek bir misyonu, “devleti iç ve dış düşmanlara karşı korumak” olan bir yarı özel örgütün, hani herkesin bildiği ama kimsenin var olduğunu teyit etmediği örgütlerden biri, elemanlarının hikâyesini anlatan film başta vaat ettiğinden çok uzağa düşüyor ve örgütün kendisini sorgulamaya değil kişisel intikama odaklanarak ciddi bir fırsatı kaçırıyor öncelikle. Örgüt içi ihanetler, bu tür örgütlerde kimseye asla güvenilmemesi gerektiği gibi tanıdık gelecek unsurlar, anlaşılan hikâyeye sos katmak için eklenmiş olan teknedeki “cinsellik üzerine konuşmalar” gibi tercihlerle bir araya gelince ortaya çıkan pek de cazip bir sonuç olmuyor. Peckinpah filmde kendisinin alamet-i farikası olan yavaşlatılmış gösterimleri de sadece birkaç sahnede ve önceki filmlerini mumla aratacak bir “gösterişsizlik” içinde kullanınca film bir aksiyon filmi olarak en fazla idare eder bir konuma çıkabiliyor. Yeterince dinamik olmayan hikâye kendisini çekici kılacak başka alanlardaki tercihlerden, örneğin parlak oyunculuklardan veya “derin devlet” analizlerinden de uzak düşünce sonuç ancak böyle olabiliyor demek ki.

Baş roldeki James Caan en azından aksiyon dışı sahnelerde idare ediyor kendini ama örneğin bir Robert Duvall kendi standardının epey altında ve silik bir oyunculuk veriyor. Filmin en başarılı ismi Burt Young ve belki senaryonun da yardımı ile öne çıkan isim oluyor. Final sahnesi de Ninjaları ile, amaçladığı ve örneğin Michael Mann filmlerinde zaman zaman dozu kaçan görkeme ulaşamamış görünüyor. Peckinpah filmi çekmeden önce Bruce Lee filmlerini seyrederek hazırlanmış ama onun filmlerindeki doğallık ve naifliği içermeyen karate ve ninjitsu bölümleri sadece bir yabancılaşma etkisi yaratıyor filme karşı.

“The Killer Elite” tüm bunlara rağmen kimi sinemaseverler için ilgi çekici olacaktır yine de; ne olursa olsun bir Peckinpah filmi karşımızdaki ve James Caan biraz oyunculuğu ama asıl olarak cazibesi ile renk katıyor ve film tamamen başaramasa da karakterlerini analiz etmeye soyunuyor. Kahramanının intikam hikâyesi sonuçlanana kadar sergilediği alaycı hüznünü de eklemeli tüm bunlara.

(“Katil”)

Bring Me the Head of Alfredo Garcia – Sam Peckinpah (1974)

“Kilise ölen azizlerinin ayaklarını, parmaklarını ya da başka bir yerlerini kesip saklamıyor mu? Alfredo da bizim azizimiz.”

Ölü bir adamın 1 milyon dolar değerindeki kafasının peşindekilerin hikâyesi.

Şiddetin ve ölümün estetiğinin dikkat çektiği filmleri ile tanınan Sam Peckinpah’tan bir film. “Wild Bunch” ve “Straw Dogs” adlı eserlerinde doruğa çıkan başarısına burada tam amlamı ile erişemiyor olsa da ne olursa olsun karşımızdaki bir Peckinpah filmi ve bunu her bir sahnede kolayca hissetmek mümkün. Yine bir erkek filmi, kadınlar ikincil rollerde, atların yerini araba almış, yine bir intikam hikâyesi söz konusu ve elbette yine sapır sapır öldürülen insanlar, ve şüphesiz yönetmenin alamet-i farikası olan yavaşlatılmış çekimlerde vurulan, düşen insanlar.

Evet bir erkek filmi bu; kavgaları, çatışmaları, sahiplendiği maço dili ve iktidar kavgası ile. Kadınlar sadece erkeklerin tanımladığı pasif rollere sahipler; anne, sevgili, fahişe olabiliyorlar sadece ve film boyunca ancak erkeklerde uyandırdıkları duygular üzerinden var olabiliyorlar. Bu duygular da bir Peckinpah filminde rast gelmeyi beklediğiniz türden; öfke, cinsellik ve intikam. Yavaşlatılmış çekimler yönetmenin diğer filmlerine göre daha düşük bir dozda olmasına karşın yine de yerlerini koruyorlar ama bu kez estetiğin üzerine pek düşülmemiş ve özellikle daha kaba biçimde aktarılmış gibi görünüyorlar. Estetik açıdan cazip ve sonuçta hayli etkileyici olsa da sonuçta ölümü/öldürmeyi güzel gösteren bu yaklaşım yönetmenin eleştirildiği temel noktalardan biri olmuştu sinema dünyasında.

Warren Oates filmin hemen tüm karelerinde görünüyor ve filmi başarılı oyunu ile sürükleyen isim oluyor. Diğer tüm karakterler, sevgili rolündeki Isele Vega dahil olmak üzere, sanki sadece onun hikâyesini desteklemek için oradalar ve oyunculuklar da genellikle B sınıfı filmlerinde rastlayacağınız türden.

Meksika’da geçen film bir western filmi havasında ve 19. yüzyılın ikinci yarısında geçer gibi başlasa da yönetmen kısa sürede 70’lerde olduğumuzu gösteriyor bize ama hikâyenin sonraki akışı ve atmosferi açısından bakıldığında bir farklılık görmüyorsunuz. Başlardaki göl, ördekler ve hamile genç kız görüntüleri ile bir huzur filmi bekleyebilirsiniz ama yönetmen Peckinpah olunca bu görüntülerin sadece sonraki olayların dehşetini artırmak için filmde yer aldıkları çok açık. Piknik sahnesi ve burada yavaş yavaş oluşmaya başlayan aşk da filme romantizm katmaktan çok sanki sonraki intikam dürtüsünün daha etkileyici olması için tasarlanmış gibi. Yine de aksiyondan uzak bu sahneler filmin en başarılı bölümlerinden.

Bu filmdeki Peckinpah karakteristiklerini anlamak ve tadına varmak için yönetmenin yukarıda belirttiğim filmlerini seyretmek daha doğru bir tercih olsa da bu film de bu konuda epey ipucu veriyor seyredene. Bir ölünün başının neden olduğu onlarca ölümün anlamsızlığını ve ölünün üzerinden para kazanıyor olmanın etik olup olmadığını tartışmaya açması da filmin artı yönlerinden. Başyapıtlarına göre biraz gölgede kalsa da ve daha kaba bir görüntü verse de ilgiye değer bir Peckinpah filmi.

(“Bana Onun Kellesini Getirin”)