“Bana öyle bakmayı kes! Tıpkı baban gibi bakıyorsun. Kes!”
Fransız vatandaşlığı alabilmek için lejyonerlere katılan ve küçük bir oğlu olan Çeçen asıllı bir adamla kendisi gibi asker olan arkadaşının hikâyesi.
Sarah Petit’in yönettiği ve senaryosunu Emmanuelle Jacob ile birlikte yazdığı bir Fransız yapımı. İki arkadaşın lejyonerlerin -ölü veya yaralı- arkadaşlarını asla geride bırakmama kuralını ve buradaki bağlılığı özel hayatlarına da yansıtmasını anlatan film zarif ve yalın bir dille anlatılmış bir hikâye getiriyor karşımıza. Üç erkek karakter üzerinden ilerleyen hikâyesi ile bir “erkek filmi” bu ve konusunun da hakkını veriyor açıkçası. Yalın bir görsellik ile etkileyici olmayı başarabilen film, kimi sosyal temalara da değinirken, bir tecrübeli ve iki yeni oyuncusunun sade ve uyumlu oyunlarından destek alıyor. Zaman zaman (özellikle ikinci yarısında) gücü biraz azalır gibi olsa da ilgiyi hak eden bir film bu.
Afganistan’da keşif eri olarak görev yapan iki lejyonerin sivil hayata taşınan ilişkilerini ve her ikisinin de hayata tutunabilme çabasını anlatıyor film temel olarak. Aksi bir emre rağmen, gördükleri bir leoparın peşinden giden ve bu sırada pusuya düşen iki askerden biri vurulunca diğeri onun hayatını kurtarıyor ve silahını da olay yerinde bırakmak zorunda kalıyor. Sonrasında, yaralanan askerin rehabilitasyon sürecini ve itaatsizliği nedeni ile uzaklaştırılan diğer askerin oğlu ile yeni bir hayat kurma çabasını izliyoruz. Bu hikâyeyi sade ve dramatik zorlamalardan kaçınarak anlatıyor Petit; üstelik hayli yalın bir görsellik kullanıyor ve zaman zaman nerede ise karakterlerini bulundukları ortamda diğerlerinden yalıtıyor adeta. Özellikle iki asker arkadaşın arasındaki dostluğu ve belki de birinin diğerine dostluktan daha öteye taşan bakışını anlatırken bir görsel ve/veya dramatik vurgunun peşine düşmüyor. Hikâyedeki en trajik olayı bile kendisini göstermeden ve sonuçları üzerinden ilerleyerek anlatıyor bize film. Ara başlıklarla beşe bölünmüş hikâye ve ilk dört bölüme karakterlerden birinin veya bazen ikisinin birden adı verilirken, son bölüm filmle aynı adı (“Büyük Adam”) taşıyor. Bölümler temel olarak adını taşıdığı karaktere daha fazla ağırlık verse de diğerlerini çok fazla ihmal etmiyor.
Evet, bir erkek filmi bu. Kadın karakterler tamamen ikinci planda kalırken, film iki genç erkeğe ve bir erkek çocuğa odaklanıyor; erkekler arası dayanışma ve dostluk, bir çocuğun “erkek olma” yolunda ilerlemesi ve babalık etrafında dönen hikâyede kadınlar pek yer bulamamış açıkçası. İlk bölümde sonradan kim olduğunu öğreneceğimiz erkek çocuğun anlatıcı rolünü üstlendiği bölümde iki adam ve yakınlıkları bize anlatılırken sade ama ilginç bir dil kullanılıyor. Bu bölümde görsel tercihler filmin genelinden de farklı ve nerede ise hafif mistik bir havaya bürünüyor film bu anlarda. Takip eden bölümlerde daha geleneksel ve ekonomik bir dil tercih ediyor yönetmen Petit ve gerçekçi bir tutumdan pek sapmadan anlatıyor derdini. Fransız askeri oynayan tecrübeli oyuncu Jérémie Renier’in, kariyerlerindeki bu ilk filmlerinde Çeçen asker ile oğlunu oynayan Surho Sugaipov ve Ramzan Idiev ile sağlam bir uyum yakaladığı bu bölümler büyük olayların, heyecanın veya iddialı lâfların peşinde olan seyirciyi belki tatmin etmeyecek ama sade gerçekçiliği ile kesinlikle önemli ve etkileyici anlara sahip. Renier’in profesyonel bir oyuncunun yalın bir performansı nasıl etkileyici kılabileceğini gösterdiği film, iki yeni oyuncusu ile de amatörlüğün tuzaklarına düşmeyen doğallığı getiriyor karşımıza. Gerçek hayatta Fransızca bilmeyen Sugaipov’un bütün Fransızca diyaloglarını ezberlemesi ve bunu performansının gerçekçiliğine hiç yansıtmaması ayrıca takdiri hak ediyor.
Martin Wheeler’ın etnik tınılara uzaktan selâm gönderen müziklerinin eşlik ettiği hikâye Fransa’da oturma izni alabilmek için Fransa adına savaşa giden bir adamı, onun ve oğlunun ülkenin bürokrasisi karşısında yaşadıklarını ve ülkelerindeki savaştan kaçanların başka ülkelerde yeni bir yaşam kurmaya çalışırken karşılaştıkları muameleleri de anlatıyor ama bunu hikâyesinin asıl konusu yapmıyor pek. Çocuğun devlet tarafından bir koruyucu aileye verilme kararına sürekli kaçarak cevap vermesi örneğin, sosyal bir konuya değinme çabasından çok, onun birlikte yaşamak istediği kişinin (bir başka ifade ile söyleyecek olursak ailesinin) yanına gitme arzusunun işareti olarak kullanılıyor filmde. Hikâyenin bireysel olanın derdine ağırlık verip, bu derdin toplumsal yanını ihmal etmesi bir eksiklik olarak görülebilir ama bu eksikliğin ne kadar önemli olduğu da benzer şekilde tartışmaya açık. Petit üç bireyi ilişkileri ve dostlukları ile anlatmayı seçmiş ve yaşadıklarının toplumsal özelliklerini bir arka plan olarak kullanmayı tercih etmiş. Bunu yaparken kimi motiflerle de derdini zarif bir biçimde anlatmayı önemsemiş. Örneğin filmde iki kez karşımıza çıkan ayakkabı bağlama sahnesi bunlardan biri. Bu sahnelerin ilkinde, bir adam diğerinin ayakkabısını bağlıyor, üstelik bu yardıma pek de gerek yokmuş gibi görünürken. Bunu bağlılığın, dayanışmanın, dostluğun veya onun da ötesine geçen bir yakınlık hissinin dışavurumu olarak görmek mümkün. Sahnelerin ikincisinde ise, ilkinde yardım edilen adam bu kez kendisine yardım eden adamın oğlunun ayakkabılarını kendi kendine bağlamasını bekliyor, bir parça da sabırsız bir şekilde. İki sahnede karakterlerin farklı davranması, birincisinde sağlam kurulmuş ve süren bir yakınlığın, ikincisinde ise henüz başlangıcını yaşayan ve tarafların rollerini henüz oturtamadığı bir yakınlığın sembolü olarak değerlendirilebilir.
Hikâyenin dramatik gerilim/heyecan yaratmada eksik kaldığı ve arada enerjisinin düştüğü zamanlarının olduğu bir gerçek. Özellikle hikâye ilerledikçe daha fazla hissediliyor bu problem. Ne var ki bu -aslında pek de önemsiz olmayan problemler- filmin değerini çok da azaltmıyor. Samimi bir dil ile anlatılmış bir sevgi filmi bu ve bir erkek filmi olsa da zarafetten kesinlikle yoksun değil.
(“The Great Man” – “Büyük Adam”)