Rüzgarda Salınan Nilüfer – Seren Yüce (2016)

“Bence biz kendini tanımayan aptallarız. Biraz tanısak; belki de, boşlukta tutunacak yer arayan salaklar olduğumuzu fark edeceğiz ve bir şeyleri baştan kurmak gerektiğini anlayacağız… ama zor işte”

Orta üst sınıftan, orta yaşlı ve tek çocuklu bir çiftin duygusal tatminsizliklerle ve boşluklarla dolu hayatlarının hikâyesi.

Seren Yüce’nin yazdığı ve yönettiği bir Türkiye – Almanya yapımı. 2010’da çektiği bol ödüllü ve başarılı filmi “Çoğunluk” ile yönetmenlik kariyerine sıkı bir giriş yapan Yüce’nin bu ikinci ve şimdilik son filmi, bir evliliğin taraflarını oluşturan bir erkek ve bir kadının bireysel hikâyeleri görünümü üzerinden aile kurumunu ve onun oluşturduğu toplumsal yapıyı, orta sınıf şehirli insanların bir anlama kavuşturamadıkları boş yaşamlarını ve modern insanların mutsuzluğunu getiriyor karşımıza çekici bir şekilde. Özellikle seçilmiş olsa da, temponun düşüklüğü hikâyeye bir parça uzatılmış görünümü veriyor ve film sinemamızın liberal isimlerinin toplumun çoğunluğunu (ve ülkenin içinde bulunduğu durumun önemli yaratıcılarından birini) oluşturan muhafazakâr sınıfları eleştirilerinin kapsamına almayıp, seküler sınıfa saldırma “rahatlığı”nı seçmesinin bir başka örneği havasında. Buna karşılık, Handan karakterini canlandıran Songül Öden’in performansı, tespitlerinin “acımasız” doğruluğu ve yönünü kaybetmiş (aslında hiç bulamamış) insanların resmini canlı ve düşündürücü bir biçimde çizebilmesi ile kesinlikle önemli bir yapıt bu.

Kapısı hafif açık, içerisi karanlık bir banyonunun içindeki kamera, ışığı yakan ve klozeti kullanan bir adamı (Korhan rolünde Tolga Tekin var) gösteriyor açılışta. Kirli sepetindeki bir kadın külotunu alıp kokluyor iki defa ve sonra banyodan ayrılıyor. Eşi Handan (Songün Öden) ve küçük kızları ile birlikte arkadaşlarının evlerinde misafirliktedir Korhan ve o iç çamaşırı da ev sahibesine aittir (Ev sahibi çifti Tülay Günal (Şermin) ve Eraslan Sağlam (Aykut) canlandırıyor). Korhan bir leasing şirketinin sahibidir, eşi Handan ise ev kadınıdır ama evlerinde çalışan kadının varlığı, hazır yemekleri ısıtmak dışında bir ev işi de bırakmamaktadır ona. İlk kitabını yazan ve beğeni toplayan Şermin’i Handan kıskançlıkla karışık bir şekilde takdir etmektedir; Şermin’in kocası Aykut ise reklamcıdır. Senaryo Şermin ve Aykut çiftini, öykünün önemli birer yan karakteri olarak kullansa da, Handan ve Korhan’ın mutsuz evlilikleri, Handan’ın sürekli değişen ilgi alanlarından kendine bir meşguliyet bulma çabası ve Korhan’ın sadakatsizlikleri üzerinden ilerliyor asıl olarak. Bu dört temel karakteri İstanbul orta sınıf (orta-üst demek daha doğru) seküler hayatlarının eleştirisini üretmek için kullanıyor Seren Yüce ve karşımıza boşluklar, mutsuzluklar, anlamsızlıklar, klişeler, yalnızlıklar, toplumdan kopukluklar ve ikiyüzlülüklerle dolu yaşamları çıkarıyor.

Öyküsünü etrafındaki hayatlarla ilgili gözlemler üzerine inşa ettiğini söylemiş Seren Yüce ve senaryonun diyaloglar, durumlar ve eylemlerde kendisini hep gösteren sahicilik duygusunda gösteriyor kendisini bu sözler. Benzer sınıflardaki her büyük şehirlinin karakterlerde şu ya da bu ölçüde kendisinden parçalar bulacağı bir senaryo çıkmış ortaya ki bazı anları öykünün, işte o seyirciye onu rahatsız edecek kadar tanıdık gelebilir. Bu elbette önemli bir başarı; evlilik yaşamından hayatlarının diğer bölümlerine karakterleri gerçekten de çok doğru saptamalarla yaratmış Yüce ve filminin değerini artırmış. Burada eleştiriye açık olan konu ise tüm bu gözlemler ve saptamaları yönetmenlerimizin neden hep büyük şehirli seküler bireylerin yaşamları üzerine kurdukları sorusunun burada da karşımıza çıkması; kuşkusuz sinemacılarımızın kendilerinin de o sınıfın parçası olmasının bu seçimde önemli (ve doğru) bir etkisi var ama bu karakterlere getirilen eleştirilerin ülkenin toplumsal problemlerinin nerede ise tek nedeni olarak algılanmasına neden olacak bir şekilde hep aynı soruna işaret edilmesi bir noktadan sonra probleme dönüşüyor. Dönüşüyor çünkü şu anda ülkenin içinde bulunduğu sorunlu durumun ortaya çıkmasında bu seküler sınıf üyelerinden çok, din ve milliyetçilikle süslü sözlerin peşine düşen “muhafazakâr miliyetçi” sınıfların asıl paya sahip olduğunu atlayan ya da görmezden gelmeyi tercih eden bir bakış bu. Bir başka ifade ile söylersek; güç sahibini değil, zayıf olanı eleştirerek kolay olanı tercih etme ve “sakıncalı” olandan uzak durma düşüncesinin ürünü bu yaklaşım biraz da.

Handan, Korhan ve diğerlerinin hayatları ile ilgili olarak hikâye boyunca gördüklerimiz ve duyduklarımız, onların çocukları ile ilişki(sizlik)leri vs. hep sağlam gözlemlerin sonucu ve belki arada bir tekrara düşse de, kesinlikle etkileyici. Burada özellikle Handan’ın hayatındaki boşluğu tanımlama ve doldurma çabasının nerede ise komik denecek bir acizlik boyutuna varması hikâyenin güçlü yanlarından biri. Kadının yazmaya karar verdiği kitabının baş karakterinin memleketi olarak, kendisinin daha önce hiç görmediği Diyarbakır, Siirt veya Van şehrini seçmek arasında kararsız kalması, bu yazının girişinde yer alan “kendini tanımamak” durumunu açmasının yanında bir önem daha taşıyor: Bu şehirler arasında bir fark görmeyen, tümünü “geri kalmış doğu insanlarının yaşadığı yerler” olarak tekleştiren tipik bir “beyaz Türk” tavrı bu kuşkusuz ve yönetmenin -yukarıda anıldığı gibi- o sınıfa yönelik sert bir eleştirisi de aslında.

Sinemamız için hayli cüretkâr olduğunu rahatlıkla söyleyebileceğimiz “cinsel organ selfie’si” sahnesinin, ima edilen yeterince açık olduğu ve açık bir şekilde göstermenin ek hiçbir katkısı olmadığı için- gereksiz göründüğü filmde meselesi olmayan ya da asıl meselesinin farkına varmayan karakterlerin tuhaf “anlam bulma” çabaları, “Ne kadar çok yalan söylüyoruz!” ve “En son ne zaman gülmüştük, yani ikimiz?” gibi itirafları ve konforunu yitirmeden bir şeyler yaratma / yaşama oyunları gibi ilgi çekici pek çok saptama var. Tüm bunların ikiyüzlü olmaya ittiği ve durumlarının sorumlusu olarak başkalarını görmeyi seçenlerden oluşan bir toplumun (sınıfın aslında) karanlık bir resmini çiziyor Yüce ama iki ana karakterini (Handan ve Korhan) eleştirisinde o kadar ileri gidiyor ki onları anlamamızı / tanımamızı da zorlaştırıyor sanki. Songül Öden’in bu engele rağmen işini çok iyi yaptığı filmde Tolga Tekin ve sakin oyunculuğu ile Tülay Günal rollerinin hakkını vermişler; Eraslan Sağlam ise senaryonun kendisine pek oynama fırsatı vermemesinin de etkisi ile oldukça etkisiz ve klişe kalmış. Durgun suda yetişen ve sabit duran nilüferlerin rüzgârda salındığı, hayalî ve bize ait olmayan hikâyelerini yazmak (yaratmak) yerine, kendi sahici öykülerimizin peşine düşmemiz gerektiğini söyleyen ilginç bir film bu yine de ve yönetmenin ilk yapıtı olan “Çoğunluk”un gerisinde kalsa da, ilgiyi kesinlikle hak ediyor.