Derman – Şerif Gören (1984)

“Korkmazdım. Ne zaman ayaklarım bu köye bağlanmıştır, gitmek ister ama gidemez, işte o zaman beri korkarım. Ölümden korkarım; ölürsem seni bir daha göremem diye korkarım”

Ağrı’ya atanan Ankaralı bir ebenin karın yolları kapaması nedeni ile mahsur kaldığı köydeki insanlar ile ilişkilerinin hikâyesi.

Şerif Gören’in Osman Şahin’in öyküsünden Ahmet Soner’in yazdığı senaryo ile çektiği ve 1980’lerden günümüze unutulmadan kalabilen bir film. İlk kez Yeni Türkü’nün 1979 tarihli “Buğdayın Türküsü” albümünde yer alan ve 1988 tarihli “Yeşilmişik” albümünde de yer verilen “Sonbahardan Çizgiler” (daha çok tanındığı adı ile “Mamak Türküsü”) şarkısının eşlik ettiği film çekildiği yılın 1984 olduğu düşünülürse gayet anlaşılabilir bir şekilde netameli pek çok konuya dokunamadan bir “Doğu” hikâyesi anlatıyor. Eli yüzü düzgün bir film karşımızdaki ve 80’lerin de yüz akı eserlerinden biri kesinlikle ama başta senaryosundakiler olmak üzere kimi hayli önemli kusurları var. Yine de sinemamızın bu kayda değer filmleri başka yönleri ile görülmeyi hak eden bir çalışma. Filmin 1983’te Antalya’da En İyi İkinci Film seçilip, Kadın Oyuncu, Yardımcı Erkek Oyuncu ve Müzik dallarında ödül aldığını ve 1984 Karlovy Vary festivalinde sinema yazarlarınca verilen FIPRESCI ödülüne değer görüldüğünü de belirtelim.

Ağrı’ya atanan ve ülkenin Batı’sından gelen genç bir kadının ilk kez tanık olduğu bir dünyada yaşamaya çalışmasının, bu yeni dünyayı ve orada yaşayanları anlama çabasının ve onlarla arkadaş olmasının hikâyesi kabaca karşımızdaki. Bu hikâyeyi karşımıza getiren ise dört büyük oyuncu. Hülya Koçyiğit’in Antalya’dan ödülle dönen performansı genel olarak başarılı ama rolünü özel inceliklerle süslediği söylenemez. Diğer başrol oyuncusu olan ve heybetli ve gizemli kanun kaçağını canlandıran Tarık Akan ise senaryonun kendisine hemen hiç fırsat tanımamış olmasına rağmen bu fırsatı bulabildiği nadir anlarda, örneğin sondaki saç traşı sahnesi, kendisini göstermeyi başarıyor. Filmin oyunculuk açısından asıl öne çıkan ismi ise kadın hemşirenin evine sığındığı muhtarın oğlunu canlandıran Talat Bulut kesinlikle. Mert, sevimli ve Akan’ın canlandırdığı kaçağa hayran olan karakterini tüm filmin gerçeklik duygusunu artıracak bir düzeyde oynuyor ve özellikle yakın planlarda büyük oynamadan da büyük oyuncu olunabileceğini kanıtlıyor. Bu üç isme Nur Sürer’in eşlik ettiğini ve onun da senaryonun saplandığı kimi klişelerin zararını görse de işini yaptığını belirtelim son olarak. Sesli çekilmeyen filmimiz sonuç olarak oyunculuk alanında sınıfını geçiyor.

Sonsuz bir beyazlık ile örtülü köyde geçen filmin kusurlarından başlayalım öncelikle. Doğu’nun bu ücra noktasında radyodan duyulan Boğaziçi Yalıları programı veya İstanbul’u hatırlatan Türk Sanat Müziği şarkıları ile yaratılan yabancılaşma duygusu gibi incelikleri olan film buna karşılık pek çok hata veya eksiğe de sahip. Giriş sahnesinde özellikle rahatsız eden ama sonra da zaman zaman karşımıza çıkan açıklayan/açıklatan diyaloglar, sevgiliye yazılan mektuplardaki bir parça yapay ifadeler (“üşüyorum”), onca zaman iletişim içinde olunan iki küçük çocuğa adlarının günler sonra sorulması (1984’te çekilen bir filmde Türkçe bilmeyen/konuşmayan bir Kürt karaktere doğal olarak yer verilemeyeceği için bir dil engeli de yok), karakterlerden birinin diğerine sorduğu bir kısa sorunun onun tüm hayatını bize anlatmasına yol açması vs. gibi problemlerin epey örneği var filmde. Kaçak adamın gizeminin sinemasal karşılığını üretmek için pek çaba harcanmayıp, bunun üstelik kendisine senaryonun hiç de yardımcı olmadığı Akan’a bırakılması ve senaryoya mesaj verme kaygıları ile sokulmuş görünen komşu köyün zalim/cahil ağası karakteri ile kardan adamın günah olarak görüldüğü sahne de filme zarar veriyor kesinlikle. Son bir örnek olarak Gören’in bir yıl sonra “Kurbağalar” filminde de tekrarlayacağı “at ile yan yana koşan güçlü erkek” sahnesini de ekleyelim bu sorunlu anlara.

Peki tüm bu kusurlarına rağmen filmi seyre değer kılan nedir sorusunun ise birden fazla cevabı var. Yukarıda adları sıralanan dört ünlü ismin Türk sinemasının o döneme kadar seyircisini pek alıştırmadığı bir şekilde “fiziksel” performanslar sergilemesini söylemeli öncelikle. Başta karlı dağları geçerken yaşadıkları sıkıntılı anlar olmak üzere oyuncular fiziksel olarak tüm varlıklarını hikâyenin emrine vermiş görünüyorlar. Erdoğan Engin’in başarılı kamera çalışması ile daha da değerlenen bu fiziksel oyunculuk filme epey bir çekicilik katıyor. Talat Bulut’un incelikli oyunu ile karşımıza getirdiği Tahsin karakterinin kadına duyduğu aşk ve bu aşkın saygı ve arzu arasında sıkışıp kalması filme güç katan bir diğer önemli unsur. O kadar ki sadece bu tek başına bir filmin konusu olmaya değer görünüyor. Tüm final bölümü (karlar üzerindeki yolculuk ve hapishane sahneleri) ise filmin genel ortalamasının hayli üzerinde bir başarı ile yaratılmış anlar olarak dikkat çekiyor. Filmin yaratıcılarının buradaki zorluğu ve hüznü elle tutulur kılabilmelerini özellikle takdir etmek gerek. Tüm bunların üzerine bir de Yeni Türkü’nün müziğini/şarkısını eklerseniz film kesinlikle ilgiyi hak eden bir çalışmaya dönüşüyor.

Kurbağalar – Şerif Gören (1985)

“Hani ne demiştim sana ana! İnsan uçmak ister de uçamaz ya, koşmak ister de koşamaz ya; ben koştum ana”

Kocası öldürülünce dul kalan bir kadının önyargılara ve uğradığı tacizlere karşı ayakta kalma ve aşkı tekrar bulma çabasının hikâyesi.

1980’lerin Türk sinemasından bugüne kalabilen ve ilgiyi hak eden filmlerden biri. Nantes’da düzenlenen Üç Kıta Film Festivali’nde baş oyuncusu Hülya Koçyiğit’e özel bir ödül de getiren film yazar Osman Şahin’in eserinden yola çıkılarak Şahin, Erdoğan Engin ve Özden Çankaya tarafından yazılan senaryo ve Şerif Gören’in yönetmenliğinde çekilmiş. Kadının toplumdaki yeri ve bireyselliği üzerine ilerleyen hikâye cinsel güdülerin hem harekete geçirdiği hem de bastırdığı söylenebilecek bir toplulukta tek başına yaşamak zorunda kalan bir kadının hayata tutunma çabasını eli yüzü düzgün görünen bir senaryo/mizansen, başarılı görüntüler, Antalya Altın Portakal festivalinden ödüllü bir müzik ve Koçyiğit’in etkileyici oyunu ile anlatıyor. Ne var ki Türk sinemasının kimi kusurlarının da yerli yerinde durduğu bir film karşımızdaki.

Tomris Oğuzalp, Ferda Ferdağ, Yaman Okay ve Yavuzer Çetinkaya gibi bugün artık aramızda olmayan Türk Sinemasının usta karakter oyuncularının adeta resmi geçit yaptığı film aslında sadece bu nedenle bile ilgiyi hak eden bir çalışma. Bu ustaların eşlik ettiği baş rollerin sahipleri ise Hülya Koçyiğit, Talat Bulut ve Metin Çekmez. Bu isimler filmimizin oyunculuklar açısından ortalamanın hayli üzerinde seyreden bir düzeye çıkmasını sağlamış. Tüm bu isimler içinde öne çıkan ise Koçyiğit oluyor. Her ne kadar daha ilk sahnesinde görüntüye tipik bir Yeşilçam kurgusu içinde “Haliiil” diye bağırarak girmek gibi bir talihsizliği olsa da burası hariç tutulursa hayli başarılı olan giriş sahnesinden finale kadar hikâyeyi sırtlayıp götürüyor sanatçı. Bunu yaparken filmografisi için “cüretkar” denebilecek sahnelere de imza atıyor üstelik. Karakterinin korkusunu, savaşını ve sevgiye olan açlığını inandırıcılıktan hiç uzak düşmeden aktarıyor seyirciye. Talat Bulut ise Koçyiğit’in aksine kontrollü bir oyunla üzerine düşeni yapıyor kesinlikle. Edirne’de çekilen filmde köylülerin çoğunluğunu amatör oyuncular oynamış ve ne yazık ki bu oyuncuların bir kısmı zaman zaman fazlası ile “amatör” görünüyorlar. Kadın kahramanımızın oğluna onca sahnede yer verilip rolünün bu derece pasif olmasını ise senaryonun kusurları arasına ekleyelim.

Şerif Gören Osman Şahin’in cinselliğin hemen herkesin düşüncesini ve hareketlerini belirlediği, onları hem kıstırıp hem özgürleştirdiğini anlattığı hikâyesinin sinema karşılığını üretirken kendi kariyerinin de en başarılı tecrübelerinden birini koymuş ortaya. Çeltik tarlalarında çalışan köylülerden ve özellikle gece fener ışıkları altında yapılan kurbağa toplama işinden karşımıza getirdiği kareler görüntü yönetmeni Erdoğan Engin’in başarılı çalışması ile de hayli etkileyici olmuş. Türk sinemasının örneğini çok fazla üretmediği türden bir gerçekçilik bu ve filme de ciddi katkı sağlamış görünüyor. Bu gerçekçiliği sarmalayan cinsellik ve daha çok diyaloglara ve bakışlara yansıyan erotizm ise filmin hem artı hem eksi yönlerinden birini oluşturuyor. Sembolik bir anlamı olsa da “biberini yeme” esprisi gereğinden fazla tekrarlanıyor filmde ve hemen her tekrarı da özellikle amatör oyuncuların zayıflığı nedeni ile rahatsız ediyor. Koçyiğit’in aşka olan açlığını gösteren kumsaldaki sahne de filmin gerçekçiliğine hayli uzak düşmesi ile benzer bir sıkıntı yaratıyor. Buna karşılık dedikodular, taciz ve hedefi olduğu şehvet dolu düşüncelerin baskısı altındaki kadının karşı karşıya kaldığı ikiyüzlülüğün en iyi örnekleri de bu erotizm aracılığı ile aktarılıyor seyirciye. “Bacağını bir kez kaldıran kadın bir daha indirmez” veya “Dul kadına güven olmaz” gibi cümlelerin üstelik kadınlar tarafından sarfedildiği bir toplulukta üzerindeki tüm baskıya direnmeye kararlı olan kadının hikâyesini seyircinin ilgisini hemen hiç yitirmeden anlatmayı başaran film özetle kusurları olsa da erotizmini doğru oluşturmayı becermiş görünüyor.

Atilla Özdemiroğlu’nun imzasını taşıyan müzikler sonradan Aysel Gürel’in müthiş sözleri ve Sezen Aksu’nun en iyi yorumlarından biri ile 80’lerin parlak şarkılarından biri olan Hasret’e kaynaklık etmişti. Kendi başına etkileyici olan müziğin zaman zaman tipik bir Yeşilçam alışkanlığı ile gereğinden fazla ve dramın altını fazla kalın çizgiler ile çizecek şekilde kullanılmasını ise filmin eksiler hanesine yazmak gerekiyor. Müziğin kullanım biçimindeki bu hatanın yanında Türk sinemasının kimi başka problemleri de filme taşınmış görünyor. Filmin sesli çekilmemiş olması ve bunun zaman zaman net bir şekilde anlaşılması, jandarmadaki teşhis sahnesindeki “anlamsızlık” gibi senaryo kusurları ve Talat Bulut’un atları ile olan ilişkisinin –muhtemelen erotik bir birikimi vurgulamak için- gereksiz tekrarlanan koşma sahneleri ve sırıtan yavaşlatılmış görüntülerle verilmesi filmin aksayan diğer yönleri arasında gösterilebilir. Doğru ve şık bir tercih yapılarak “sessizlik” ile anlatılması tercih edilen final ise sanki bir parça daha iyi işlenebilirdi gibi görünüyor. Gören’in atçılık oynayan çocukları leit-motif olarak kullandığı ve bu sembol aracılığı ile hayatın kırılamayan rutinini vurguladığı film hem bir kadın hikâyesi olarak hem de aşka ve bireysel özgürlüğe adanmışlığı ile bugünün Türkiye’si için ayrı bir önem de taşıyor elbette. Görülmeli.

Almanya Acı Vatan – Şerif Gören (1979)

“Türkiye’ye dönünce ne mi yapacağım? Öleceğim; bu çalışmaya can mı dayanır?”

Almanya’da işçi olarak çalışan bir Türk kadınının oraya yerleşmek isteyen bir köylüsü ile para karşılığı evlenmesi ile gelişen olayların hikâyesi.

Şerif Gören’in Almanya’daki işçi bir Türk kadınının hikâyesi üzerinden Alamancılar’ın sorunlarına değinmeye çalıştığı bir film. Türk sinemasının geleneksel sorunu olan senaryosundan kaynaklanan ciddi sıkıntıları olan film yine sinemamızın bir başka geleneksel sorunu olan bir defada çok şey anlatmaya kalkışmanın neden olduğu problemlere de sahip. Yine de Türk sinemasının 1979’daki kısıtlı maddi koşulları ile hemen tamamı Almanya’da çekilen bu film konusuna sorumlu yaklaşımı, Yeşilçam’ın sıradan yapımlarının yaklaşımlarından uzak duran yapısı ve belki de asıl olarak sinemamızın kesinlikle yeterince üzerine eğilmediği bir konuyu gündemine almış olması ile önemli.

Filmin kusurları ile başlayalım. Zehra Tan’ın ilk ve tek senaryosundan yola çıkan film ne çok şey anlatmaya soyunmuş! Alamancılar ve onların Almanya’da ikinci sınıf insan olarak hayatları, Türkiye’deki yoksulluktan, işsizlikten ve 1979’un bir gerçeği olan anarşiden kaçarak kapağı başka bir ülkeye atmaya çalışanlar, Erzurum’un köyünden Almanya’nın bir büyük şehrine, Berlin’e gelen Türkler’in uyum sorunları, bir kadının erkeklere ait olan bir dünyada yaşadığı ilave sıkıntılar, makineler insanların yerini aldıkça işçi sınıfının yaşadığı sorunlar (işsizlik korkusundan sürekli yükselen hedeflerden kaynaklanan performans baskısına kadar) veya Türk erkeklerinin bastırılmış cinsellikleri nedeni ile sarışın Alman kadınlarla karşılaşınca kolayca yoldan çıkmalarına filmde ne ararsanız var. Elbette film tüm bunları ve hatta daha fazlasını hikâyesinin bir parçası yapabilir ve ortaya uyumlu bir bütün çıkarabilirdi ama burada sorun pek çok sahnenin bu yan konuları filme yedirmek için oluşturulduğunun çok açık olması ve bunun da rahatsız etmesi. Vasat bir kurgunun daha da olumsuz hale getirdiği bu durum kimi karakterleri de anlamsız kılmış. Hülya Koçyiğit’in canlandırdığı kadının başta hiç yüz vermediği kocasına birdenbire sığınmasına neden olan tacizci erkek örneğin, filmden tümü ile atılsa olurmuş. Olurmuş çünkü kadın kocasına sığındığı anda öylesine hızlı bir aşka tanık oluyoruz ki hani nerede ise tacizci adamın hikâyedeki tek varlık nedeni bu aşkla birlikte tanık olduğumuz ve değme Yeşilçam filmlerini aratmayacak sahneleri çekmek diye düşünüyorsunuz. Filmin genel olarak çok şey anlatmaktan kaynaklanan bir “göster, tespiti yap ve bir sonrakine geç” diye tanımlanabilecek bir bakışı olmuş sanki.

Dönem “Boney M” ve “Rasputin” yılları ve kadının çalıştığı fabrikada pikaptan aralıksız bu ve benzeri tempolu şarkılar çalınıyor işçilerin daha çok çalışması için. Hikâyemizin bu şarkıları ve sürekli tekrarladığı mekanik bir sesle yavaş çalışan işçileri uyaran robotun insanı canından bezdirecek sesini kullanarak mavi yakalıların sefaletini anlatmaya soyunması doğru bir seçim ama bunun için Almanya’ya gitmeye gerek yokmuş aslında. Nitekim yine Hülya Koçyiğit’in oynadığı ve Lütfü Akad’ın yönettiği 1974 tarihli “Diyet” işçi sorunlarına çok çarpıcı bir şekilde olmasa da eğilmişti örneğin.

Şerif Gören’in kendisinin üstlendiği kurgu sahnelerin birbirine yeterince iyi bağlanmamış görünmesine neden olmuş ve hatta kimi sahnelere açıkça zarar da vermiş. Örneğin adamı canlandıran Rahmi Saltuk’un bulaşık yıkama konusunda tereddüt ettiği sahneyi araya başka bir sahneyi yerleştirerek öylesine bozmuş ki aslında filme ve hikâyesine çok şey katabilecek bir sahne kaynayıp gitmiş. Gören’in o dönem için değil belki ama bugün rahatsız edici görünen zumları veya kahramanının ruh halini anlatmak için yankılanan bir sesle birlikte kamerayı etrafında hızlıca döndürme numarasına sık başvurması da filmin yönetmenlik açısından sorunlu olduğunu gösteriyor. Gerek bu örnekleri gerekse uyuyan kadınları gösterirken kameranın bir de masanın üzerindeki gözlüğün çerçevesinden onları görüntülemesi gibi sanatsal dokunuş katma amaçlı eklenmiş görünen sahneleri ya da Berlin duvarından ve duvarın önündeki (belki de arkasındaki) askerleri gösteren karelerin filmde ne aradığını sorgulamak gerekiyor. Filmin ses ve görüntü senkronizasyonunda da ciddi bir sıkıntısı olmuş. Drag queen’lerin tüm şov sahnelerindeki problem belki anlaşılabilir ama Rahmi Saltuk’un kendi sesinden çalınan türkülere eşlik ettiği sahnede de buna denk gelmemiz epey rahatsız edici. Son olarak hikâyesini anlatarak ilerleyen bir filmin birdenbire gerçek işçilerin ve konuyla ilgili uzmanların ağzından duyduğumuz seslere geçiş yapması ve aynı süratle tekrar hikâyesine geri dönmesindeki garipliği belirtelim.

Tüm bu kusurlarına rağmen “Almanya Acı Vatan” filmi yine de ilgiyi hak ediyor. Hak ediyor çünkü çok kısıtlı imkânlarla çekilen filmin çıkış noktası, gittiği yol ve vardığı nokta tüm sinemasal problemlerine rağmen doğru. Bu çok doğru ve güzel isimli film sonuçta kusurlu yollardan ilerlese de önemli bir sorunu çok iyi niyetli olarak ele alıyor ve sinemamızın özellikle de o yıllarda ihmal ettiği bir konunun üzerine gidiyor. Hülya Koçyiğit’in sinemamız için yine o dönemde sıradışı görünen bir işe soyunup, nerede ise filmin tüm ilk yarısında olumsuz özellikleri olan bir karakteri canlandırması filmin bir diğer ilginç yanı. Erzurum’un bir köyünde başlayıp Berlin’deki bir yolcu salonunda biten film bugün başka bir biçim alarak devam eden Almancı sorununu anlatırken kimi ilginç ayrıntılar da yakalıyor. Karakterlerimizin Berlin’de yaşadıkları mekanlar örneğin çok gerçekçi ve içinde oldukları otobüs Almanya’ya yaklaşınca göçmen işçilerin hayatlarında ilk kez taktıkları belli olan kravatları boyunlarına geçirmesi gibi trajikomik bazı sahnelere sahip filmimiz. Filmin bir artısı da fedakârca çalışması nedeni ile Berlin Belediyesi’nin madalya ile ödüllendirdiği Türk çöpçü karakteri. Uzun süredir görmediği ailesi, her gece memleket hasreti ile pişirdiği bulgur pilavı ve emekliliğinden sonra Türkiye’ye döndüğünde artık tükenmiş olduğu için ölececeğini söyleyen adam kendisine özel bir film hak eden ve senaryonun da detaylandırmayı çok iyi başardığı bir karakter olarak dikkat çekiyor.