Searching for Bobby Fischer – Steven Zaillian (1993)

“Sence satranç nedir? Asıl olarak eğlenmek için oynayanlara göre satranç sadece bir oyundur. Satranca hayatını adayanlar onun bir bilim olduğunu iddia ederler. Bunların hiçbiri değildir satranç. Bobby Fischer daha önce kimsenin yapmadığını yaptı, satrancın derinine indi ve sanatı buldu orada. Tüm hayatımı onun gibi oynamak için harcadım, buradakilerin çoğu da öyle. Ama biz sadece taklitçiyiz, başarılı birer taklitçi. Onun halefi bu gece burada değildi. O senin evinde odasında uyuyor. Oğlun, Fischer gibi yaratıcı. Onun gibi, içeride olanı görüyor”

Satrançta çok yetenekli ve gelecek vaat eden bir çocuğun en iyi olmak ve kazanmak beklentileri nedeni ile yaşadıklarının hikâyesi.

Satranç oyuncusu Joshua Waitzkin’in yaşadıklarını anlatan ve babası Fred Waitzkin tarafından yazılan aynı isimli kitaptan Steven Zaillian tarafından uyarlanan bir ABD yapımı. Yedi yaşındaki bir çocuğun kendi kendine öğrendiği satrançtaki yeteneğinin sonuçlarını sadece onun değil tüm ABD’nin bu oyundaki kahramanı olan Bobby Fischer ile ilişkilendirerek anlatan film Zaillian’ın ilk yönetmenlik çalışması. Bugüne kadar sadece üç sinema filmi çeken Zaillian gerçek bir karakterin bu hikâyesini Amerikan sinemasından beklenecek şekilde akıcı ve çekici bir şekilde anlatıyor ve tüm oyuncuların ama özellikle de küçük oyuncu Max Pomeranc ile satranç hocası rolündeki Ben Kingsley’in performansları sayesinde yakaladığı gerçekçilik duygusu ile kendisini ilgi ile seyrettiriyor. Hikâyenin özellikle ikinci yarıda Hollywoodvari akışlara başvurması ve deha olmanın çocuklar üzerindeki etkilerini daha derin ve etkileyici bir şekilde aktarabilme fırsatını kaçırması ise filmin pek de önemsiz olmayan zayıf yanları.

Hikâyenin kahramanı Josh’un anlatıcı sesinin eşlik ettiği Bobby Fischer’in gerçek görüntüleri ile başlıyor film. 1972’de SSCB’den Boris Spassky’i yenerek dünya satranç şampiyonu olan Fischer’in Soğuk Savaş döneminde elde ettiği bu başarı ABD için güçlü bir propaganda vesilesi olmuş ve ülkenin kahramanı olmuştu bu yetenekli oyuncu. Öye ki gidip gitmeyeceğini kimsenin bilemediği bir unvan maçı için Kissinger devreye girip, oyuncuyu aramış ikna etmek üzere. Tuhaf davranışları sadece satranç dünyasındaki eylemlerine değil, kişisel hayatına da damga vuran oyuncunun garipliği dehası ile ne kadar ilişkilidir bilinmez ama bu oyuna tutku derecesinde bağlı, ünlü veya ünsüz pek çok ismin eksantriklikleri ile bilindikleri de bir gerçek. Zaillian’ın bu filmde yedi yaşındaki hâlini anlattığı Josh Waitzkin’in hikâyesinde Fischer ile bağlantı kurması biri olumlu biri olumsuz iki sonuca yol açmış görünüyor: Yetenekli her çocuk ve genç satranç oyuncusunun “Yeni Fischer” umudunu canlandırdığı ABD için bu figürün kullanılması hikâyeye bir çekicilik katıyor kesinlikle ve tarihî referans olarak da doğru bir kullanım bu. Buna karşılık, hangi alanda olursa olsun bir çocuğun üstün yeteneklere sahip olmasının onun ve ailesinin üzerinde yaratacağı baskı ve ikilemler (başarılı ve en iyi olmak hırsı ile kendini tüketme noktasına gelecek kadar çalışmak veya bireyin çocukluğunu kişisel gelişimine hassasiyet gösterilerek yaşamasını mümkün kılmak) hikâyenin ana odak noktası olması gerekirken, senaryo -üstelik zaman zaman tam tersi bir yönde hareket ederek- bu fırsatı yeterince değerlendiremiyor. Evet; aile içi çatışma, baba ile çocuğun ilişkisi gibi unsurlarla bu önemli alanı ihmal etmiyor ama sonlara doğru ve tarihe de geçen final maçının heyecanına -bir Hollywood filminden bekleneceği üzere- fazlası ile kendisini kaptırıyor film örneğin.

Açılışta Washington Meydan Parkı’nda üzerlerine bahis oynanan satranç oyuncularını görüyoruz. Bizdeki satranç jargonunda “Yıldırım Satranç” denen bir türde (oyunculara genellikle en fazla 5 dakika süre veriliyor tüm maç için ve bu yüzden çok hızlı oynamak zorundalar) oynayan oyuncuların içinde tuhaf tipler var ve para bahis konusu ama bir yandan da tümünün bu oyununun büyüsüne kapıldığı, oyuna sevgi ile bağlandıkları açık. Birden bastıran yağmurun altında aynı arzu ve hırs ile oynamaya devam ediyorlar çünkü. Aralarında İran asıllı Kamran Shirazi’nin de olduğu ünlü satranç oyuncularının kendilerini oynadığı -filmin başka bölümlerinde de olduğu gibi- bu sahne filmin satrancı sevdirmek ve popüleştirmek misyonunu da keyifli bir şekilde yeterine getirmesini sağlıyor.

Usta görüntü yönetmeni Conrad L. Hall’un Oscar’a aday gösterilen kamera çalışması gerçekten özenli ve bu tür bir hikâyede pek görülmeyen bir derinliğe sahip. Tüm satranç karşılaşmalarında oyuncuların ve oyunun dinamizmini gerilim yaratacak bir şekilde yakalanırken, yakın plan yüz çekimleri de dozunda kullanılarak satrancın büyüsü ve çocuk ile etrafındakilerin yaşadıkları seyirciye etkileyici bir şekilde geçiriliyor. Yıldırım oyunlarda kameranın hareketi ile, oyuncuların her hamlelerinden sonra bastıkları satranç saatinden çıkan sesin birlikteliği adeta bir gerilim filmi atmosferi yaratıyor ve yapıtın seyir değerini yükseltiyor.

Bir oyunu verdiği keyif için oynamakla kazanmak için oynamak arasındaki fark ya da bu ikisi arasındaki dengenin önemi -yeterince derin bir şekilde üzerine gitmese de- açısından ilgiyi hak eden bir film çekmiş Zaillian. Kaybetme korkusunun (“Belki de en iyi olmamak daha iyidir. O zaman kaybettiğinde bir sorun olmaz”) keyfin önüne geçmesinin tehlikeleri üzerine düşünmenizi sağlamayı başarıyor film ve James Horner’ın dramatizasyonu iyi (ama zaman zaman dozu kaçmış) müziğinin eşliğinde ustaca anlatılmış bir hikâye getiriyor bize. Kazanmak için rakipleri küçümsemenin ve onlardan nefret etmenin başarıyı getirdiği (çünkü rakipler de öyle yapmaktadır ve Fischer de küçümsemiştir hep rakiplerini) bir oyunu “kurallarına göre oynamak” zorunda kalmanın yaratacağı duygular ve her bir bireyin bu durumda benimseyeceği duruş birbirinden farklı olsa gerek ve film de onlardan birinin hikâyesini anlatıyor.

Çocuğun satrancı nasıl öğrendiğini, ailesi olduğu için bizim için de nedense bir sır olarak bırakan filmde iki oyuncu öne çıkıyor. Çocuk dehayı oynayan Max Pomeranc (film çekildiği sırada kendi yaş grubunda ABD’de satrançta ilk 100 içinde yer alıyormuş küçük oyuncu) oyunu bilmenin de sağladığı avantajla gerek satranç masasında gerek diğer sahnelerde hayl başarılı bir oyunculuk sunuyor. Ona satranç hocalığı yapan, oyunun bir tutkunu olan ve kazanma odaklı Pandolfini’yi (gerçek bir karakter bu da) oynayan Ben Kingsley her zamanki sağlam performansı ile bu oyun ve oyuncularla ilgili psikolojiyi anlamamızı sağlıyor.

16 yaşında uluslararası usta ünvanını kazanan ve hayatı filmin konusu olan Joshua Waitzkin 1999’da ve henüz 23 yaşındayken, satrancı profesyonel olarak turnuvalarda oynamayı bırakmış. Kararını, “… sürekli kazanma ihtiyacının bu sanatı daha derin öğrenmenin yerine geçmesinin” sevgisini yok etmesine ve bu yüzden satranca yabancılaşmasına bağlayan Waitzkin’in durumu, başarı için hayatın keyif veren yanlarından ne kadar taviz verilebileceği, başarılı olmakla (ya da sadece başarılı olarak mutlu olabilmekle) mutlu olmak (ya da “sıradan” şeylerle mutlu olabilmek) arasındaki seçimin ne olması gerektiği konularında düşündürebiliyor seyirciyi. Bu bağlamda Josh’un iki hocası; profesyonel, disiplinli ve kazanma odaklı Pandolfini ile parktaki oyunculardan biri olan ve oyundan keyif alan Vinnie arasındaki farkı iyi kullanıyor film. Bunu yaparken de Zaillian’ın akıp giden yönetmenlik anlayışından aldığı destekle iyi bir keyiflik oluyor. Özellikle sporda ve sanatta çok üst düzeyde yetenekleri olan tüm çocukları hatırlatan film (yağmur altındaki sahnede baba ile çocuk arasındaki diyalog hayli etkileyici) Hollywood sinemasının ilgiyi hak eden örneklerinden biri.

(“Innocent Moves” – “Masum Hamleler”)

A Civil Action – Steven Zaillian (1998)

“Gerçek mi? Ben mahkemelerden konuştuğumuzu sanıyordum. Mahkemelerin gerçeği arama yeri olmadığını bilecek kadar uzun bir süredir bu işin içindesin. Orada gerçeğe azıcık benzeyen bir şey bulursan, şanslısındır”

Şehir suyunu kirleterek insanların lösemi olmasına neden olduğu iddia edilen bir firmaya karşı açtığı davayı sonuna kadar götürmekte inat eden ve ortağı olduğu firmayı finansal açıdan riske sokan bir avukatın hikâyesi.

Jonathan Harr’ın aynı adlı kitabından uyarlanan bir ABD yapımı. Senaryoyu da yazan Steven Zaillian’ın sadece üç filmden oluşan sinema yönetmenliği kariyerindeki ikinci çalışması olan bu eser gerçek bir hikâyeyi anlatması ve Amerikan hukuk sisteminin, aslında tüm hukuk sistemlerinin ana amaçlarının (ya da süreçlerinin sonucunun) çoğunlukla adaleti sağlamak olmadığını göstermesi ile önem taşıyan bir çalışma. Başroldeki John Travolta’nın ancak idare ettiğini söyleyebileceğimiz filmde başta Yardımcı Erkek Oyuncu dalında Oscar kazanan Robert Duvall olmak üzere hayli sağlam performanslar sunan bir oyuncu kadrosu var ve filmin aksayan pek çok yönünü -avukatın dönüşümündeki inandırıcılık problemi, hikâyenin odak noktasını sık sık yanlış ve farklı yerlerde belirleyip sonunda bir avukatın kişisel macerasına dönüşmesi vs.- onların başarısı örtüyor. Zaillian’ın bazı sahneleri, başta gerilim olmak üzere içerdiği tüm duyguları ile vermeyi başaran yönetmenlik çalışmasının sonucu ilgi gösterilebilecek ama Hollywood sinemasından bekleneceği gibi ticarî tercihleri nedeni ile belli bir düzeyi de aşamayan bir çalışma.

Harr’ın 1995 tarihli kitabı 1980’lerde Massachusetts’in Woburn şehrinde yaşanan gerçek bir olayı anlatan, kurgusal olmayan eserler arasında Ulusal Kitap Eleştirmenleri’nin ödülünü kazandığı gibi okurun da ilgi gösterdiği bir çalışma olmuş. Yapımcıları arasında Robert Redford’un da olduğu film bu kitaptan bir kurgusal hikâye çıkarırken odağını zaman zaman yeterince net belirleyememiş ya da sık sık değiştirmiş ki bu da filme zarar veriyor. Harr’ın kitabı ABD’de pek çok hukuk fakültesinde öğrencilerin okuması istenen bir eser; çünkü Amerikan hukuk sistemi üzerine ve gerçek bir hikâyeyi de ele alarak epey bilgi veriyor. Film de açılış sahnesinden başlayarak odağını buraya koyacak gibi görünüyor ve hikâye boyunca da zaman zaman uğruyor ülkenin adalet sisteminin derdinin aslında pek de adalet dağıtmak olmadığı konusuna. Ne var ki öğrencilerine bu kitabı okutan üniversitelerden mezun olanların icra ettiği avukatlık mesleğinin ABD’de en sevilmeyen mesleklerden biri olmasının da gösterdiği gibi okuyanın da okutanın da asıl amacı bu adaletsiz sistemi değiştirmek değil, bu sistemin içinde kazanmak için ne yapmak gerektiğini öğrenmek olsa gerek. Film de benzer şekilde bu sistemi eleştiren sözlerle başlıyor ve o havada devam edecek gibi görünüyor ama sonuçta nerede ise kişisel bir hikâyeye dönüşüyor. Kurbanın değil (kurbanlardan birinin annesi olan Anne Anderson’ı canlandıran Kathleen Quinlan’a senaryonun biçtiği pasif rolü düşünün), onlar adına savaşan “kahraman”ın öne çıkması da bunun göstergesi şüphesiz.

Tazminat davaları ile ilgilenen ve 3 avukatın çalıştığı bir şirketin ortaklarındandır Jan Schlichtmann. Onu filmin açılışında tekerlekli sandalyedeki müvekkilini adliyenin koridorlarında taşırken görüyoruz ve John Travolta’nın canlandırdığı bu avukatın dış sesinden tazminat davalarında mağdur insanlara biçilen değerlerin neye göre belirlendiği üzerine bir konuşma dinliyoruz. Siyahların beyazlardan veya yoksulların zenginlerden daha değersiz olduğunu, en mükemmel kurbanın ise profesyonel bir iş hayatı olan beyaz bir erkek olduğunu açıklayan bu konuşmadan sonra duruşma salonuna giriyoruz ve avukatımız ile suçlanan firmanın avukatı arasındaki sessiz konuşmalar sonucu tazminat tutarı üzerinde anlaşılmasına ve duruşmanın başlamadan bitmesine tanık oluyoruz. Kazanma ihtimalinin düşük olduğu veya karşı tarafın yüklü bir tazminatı ödeyebilecek büyüklükte olmadığı davalarla ilgilenmeyen küçük bir şirketin ortaklarından biridir avukatımız ve Boston’un en gözde 10 bekârından biri olarak katıldığı bir radyo programına bağlanan ve davaları ile ilgilenmediği için kendisine sitem eden bir anneye canlı yayında hayır diyemediği için istemediği bir davaya bulaşmak zorunda kalır. Steven Zaillian’ın senaryosunun zayıflıklarından biri burada gösteriyor kendisini; kibirli avukatın ret ettiği ve prensiplerine tamamen ters düşen bir davayı almaya karar vermesini ve özellikle de bu dava uğruna hem kendisinin hem diğer ortakların kariyerlerini ve şirketini riske atmasını yeterince inandırıcı kılamıyor bu senaryo. Üstelik hikâyenin kurbanları değil, onu öne çıkarmasına rağmen bunun başarılamaması filmin aleyhine olmuş elbette.

Senaryonun adalet eleştirisi de yeterince iyi işlenemiyor; Robert Duvall’ın hayli incelikler içeren bir performansla canlandırdığı firma avukatının oyunları, mahkeme salonunda ya da yargıcın odasında yaşananlar ve tazminat davalarının ruhu ile ilgili tüm o diyaloglara rağmen film bu konuda güçlü bir eleştiri sunamıyor bize. Belki bunu bir tercih olarak da görmek gerekiyor; sonuçta Hollywood kökten bir sistem eleştirisini kaynağı değil ve tarihi içinde böyle bir role talip olduğu da pek söylenemez. Buna karşılık Zaillian yönetmenliğinde daha iyi bir iş çıkarıyor. Hemen her sahnenin ruhuna uygun bir sahneleme ve sinema dili ile sizi o sahnedeki karakterlerin arasına katmayı ve onların hissettiklerini paylaşmanızı sağlıyor. Örneğin tanıkların duruşma öncesindeki sorgulamalarını izlediğimiz sahneler çok başarılılar ve filme olan ilgiyi artırıyorlar. Avukatın ünlü sinemacı Sydney Pollack’ın canlandırdığı bir karakterle olan konuşmasını ortaklarına anlattığı sahnede de kendisini göstermiş yönetmen. Zaillian önemli bir avantajı da çok iyi değerlendirmiş. Travolta rolünde pek parlamıyor ama yardımcı karakterlerin tümünü canlandıran oyuncular -eğer Kathleen Quinlan gibi senaryonun azizliğine uğramamışlarsa- parlak performanslar sunuyorlar. Duvall’a ek olarak James Gandolfini ve William H. Macy özellikle anılmayı hak ediyorlar oyunculukları ile.

Dava için harcamak zorunda kaldıkları para nedeni ile firmanın zor duruma düşmesini ana konusu yapan film buradan yola çıkarak sorabileceği ve aslında sorması gereken çok basit ve önemli bir soruyu sormaya ise yanaşmıyor bile: “Paranız yoksa adalete erişemeyecek misiniz bu düzende?” Neticede bir Hollywood filmi bu ve belki de bu soruyu sormasını değil, aksine unutturmasını normal karşılamamız gerekiyor. Gerçek Anne Anderson’ın filmi gördükten sonra söylediklerini de bilmekte yarar var: “Bence film bizi üzgün kurbanlar olarak gösteriyor sadece… Jan (avukat) ise bizi kurtarmaya gelen Mighty Mouse (Amerikan televizyonlarında yayınlanan bir çizgi filmdeki süper kahraman fare) gibi gösterilmiş. Oysa gerçek böyle değildi. Jan ortaya çıkmadan önce ben kişisel olarak epey çalışmış ve çok ilerlemiştim”.

Duvall’in Oscar’ına, zengin kadrosuna ve yola çıkılan kitabın popülerliğine rağmen ABD’deki gişe geliri bütçesinin altında kalan film önemli kusurlarına karşın ve özellikle de Zaillian’ın yönetmenlik çalışması ile ilgiyi hak eden, Hollywood’un toplumsal duyarlılığının ve liberalliğinin (Redford’un yapımcı olduğunu hatırlayalım) sınırları olduğunu hatırlatan bir çalışma.

(“Dava”)