Malkoçoğlu-Akıncılar Geliyor – Süreyya Duru / Remzi Jöntürk (1969)

“Kartal, yuvasına yakışıyor, prensim. Ülkemin tahtından yatak odama ve kalbime kadar her yer sizin yuvanız olacaktır”

Akıncı Beyi Malkoçoğlu’nun Bizanslıların kaçırdığı, Fatih’in topçu ustası Macar Urban’ı kurtarmasının hikâyesi.

Ayhan Başoğlu’nun aynı adlı çizgi roman karakterinin sinemadaki dördüncü uyarlaması. Süreyya Duru ve Remzi Jöntürk’ün birlikte yönettikleri ve senaryonun oluşturulmasında kendilerine Bülent Oran’ın da katıldığı film, başroldeki Cüneyt Arkın’ın bu tür filmlerinin tüm özelliklerini bünyesinde toplayan bir çalışma. Arkın’ın dublörsüz aksiyon sahnelerindeki performansı, Başoğlu’nun karakterine verdiği alaycı üslubu koruması ve hafif dozdaki erotizmi ile meraklılarının ilgi göstereceği bir film karşımızdaki. Elbette senaryonun ciddi problemleri var ve bol bol milliyetçilik ve din propagandası ile “gâvurlar”ın hakkından gelen bir Türk kahramanı ile karşı karşıyayız ama bu filmi izliyorsanız hikâyenin tüm bu yüzeyselliklerine hazır olmanız gerekiyor zaten.

Toplam yedi kez “resmî” olarak sinemaya aktarılmış Ayhan Başoğlu’nun çizgi roman karakteri. 1966 ile 1973 yılları arasında çekilen bu filmleri Süreyya Duru ve Remzi Jöntürk (bazen birlikte) yönetmişler. Bir de Mehmet Aslan’ın yönettiği 1967 yapımı “Akbulut Malkoçoğlu ve Karaoğlan’a Karşı” filmi var ama hem serinin “resmî” bir parçası değil bu çalışma hem de üç ayrı kahramanı bir araya getirirken hem tarihsel hem coğrafî kaydırmaları ile hayli fantastik bir noktada durması ile ayrılıyor diğerlerinden. Yedi filmin sadece sonuncusunda Serdar Gökhan’ın oynadığı seride Cüneyt Arkın altı kez canlandırmış bu karakteri ve hakkını da fazlası ile vermiş. Atlıyor, zıplıyor, uçuyor; aynı anda onlarca düşmanı deviriyor; görev aşkı ile gâvur prensesleri ile yatmaya itiraz etmiyor, sadece kısa bir konuşma yaptığı kadını bile kendisine aşık edip hiç dokunmadan şehvetle titremesine neden oluyor… Bu nedenle film bir Malkoçoğlu filmi olduğu kadar ve belki ondan da çok bir Cüneyt Arkın filmi. Oyunculuktan çok fiziksel becerilerin ön plana çıktığı ve hedeflenenin de zaten bu olduğu filmde, Arkın’ın sinemada hemen hiçbir oyuncunun cesaret etmeyeceği sahnelerin altından başarı ile kalkması filmin en büyük kozlarından biri ve onsuz film çok da “çekici” olmazmış açıkçası. Karakterinin alaycılığına da iyi uymuş Arkın ve bir yandan sevişir, bir yandan dövüşürken hikâyeyi türünün çerçevesi içinde seyredilir kılmış.

1960 ve 70’li yılarda çekilen bu filmler bir bakıma bugünkü Türkiye’nin din ve milliyetçiliğin -üstelik en ucuzundan ve yüzeyselinden- hâkim olduğu havasını anlamaya da yardımcı olabilir. İlk beş on dakikası bile çok şey söylüyor filmin bize: Gâvurların müslümanları kafasını toplu olarak kesme işlemini özellikle yortuya denk getirmelerinden mehter marşına bağlanan bir din, bayrak, millet ve şehit güzellemesine (evet bir “ver mehteri” sahnesi bu, günümüzün moda deyimi ile söylersek), hristiyan prensin karikatürize oyunundan Malkoçoğlu’nun onu onca adamının içinde ve üstelik silahsızken tokatlamasına, propaganda adına yapılabilecek ne varsa yapıyor film. Bizanslı prensin Sırp prensesi ile evlenme çabasını engellemeye çalışıyor Cüneyt Arkın “kâfirin yeni bir Haçlı ittifakı kurması”na engel olmak için ve neyse ki sadece yumruklarını değil, tatlı dilini ve seksî cazibesini de kullanarak bunu başarıyor. Filmde iki karakter hariç tüm yabancılar korkak, seks düşkünü, zalim, sarhoş ve aptal gibi sıfatlarla anılabilecek kişiler; Esen Püsküllü, anlaşılan bir dönem Türk sinemasının kadın oyuncularının hep benimsediği bir biçimde peltek konuştuğu (seslendirmesini Gülen Kıpçak yapsa da anlıyorsunuz bunu) filmin masum prensesi ve sadece bir kez gördüğü Türk erkeğinin kendisinde hiç dokunmadan “orgazm” olarak nitelenebilecek titremelere neden olduğu bir kadın olarak bu kötü olmayan karakterlerden biri. Diğeri ise her ne kadar kötü olmasa da daha çok kendi planının gereği olarak Malkoçoğlu ile işbirliği yapıyor.

Dövüş sahnelerinde -sahnelerin gerçek dışılığını ve saçmalığını hafifletecek şekilde- mizaha da başvuran ama bu tür sahnelerin bazılarında birden bire karşımıza hayli kanlı bir görüntü koyan yönetmenlerin kafasının karışıklığına da tanık olduğumuz filmin senaryosu üç ayrı senariste sahip olmasına rağmen epey problemli. Hayli -ve nedeni açık bir şekilde- uzun tutulmuş bir sahnede on beşinci yüzyıldaki bir dansözün Ravel’in 1928 tarihli Bolero’su ile dans ettiği filmde, bir kaçmayı deneme sahnesi var ki hem gereksiz bir uzunluğa sahip hem de hikâyeye hiçbir şey katmıyor. Kendi içinde bakıldığında vasatın üzerinde olduğunu rahatça söyleyebileceğimiz “çıldırarak ölme” sahnesinde kralın gördüğü ve duyduğunu zannettiği unsurların kaynağının ne olduğunu bize anlatma zahmetine bile katlanmamış senaristler ve sadece sahnenin kendisini dert etmiş gibi görünüyorlar. Su kenarındaki “seven her şeye katlanır” sahnesi ise filmin anlamsız ve gereksiz bir başka sahnesi ve anlaşılan Feri Cansel’in “kötü kadın”ı üzerinden üretilen erotizmin karşısına Esen Püsküllü’nün masumiyeti koyulmak istenmiş burada. Tüm kostümlerin terzinin elinden yeni çıktığını gösteren temizliği veya Esen Püsküllü’nün anlaşılan bir western filmindeki salon kadınından kopyalanmış kıyafeti gibi tipik Yeşilçam özensizliklerinin elbette karşımıza çıkıp durduğu filmin hikâyesinin, tüm sorunlarına karşın bir “kompleks”liğe sahip olmasını takdir etmek gerekiyor yine de.

Birden duyulan bir mehter sesi ile birlikte tüm Bizans askerlerinin başını çevirdiği yönde yavaş yavaş görüntüye giren on akıncının olduğu sahneyi de atlamamak gerek. Başların o yöne çevrilmesinin nedeni duyulan mehter marşı olsa gerek çünkü ortada bir akıncı yok henüz ama bu marşın kaynağı olacak bir mehter takımı da yok ortada! Askerlerin kıyafetlerinin altına okların saplanması için yerleştirilen materyalin kendisini açıkça belli ettiği filmde, Cüneyt Arkın’ın bir sahnede kameraya dönerek ve göz kırparak “Kadın milleti bu; prenses de olsa fark etmez: Hep olmayanı ister, kaçanı kovalar” diye konuştuğu (sinema ve tiyatrodaki deyimi ile söylersek, “dördüncü duvarı yıktığı”) sahne gibi ilginç yanları ve yetersiz koşullar altında çekilmiş olsa da ve top hiç de hedeflendiği gibi görkemli görünüyor olmasa da esirlerin topu taşıması gibi başarılı sahneleri de olan film en azından bir göz atılmayı hak eden bir Malkoçoğlu (veya bir Cüneyt Arkın) filmi özet olarak.

Kara Çarsaflı Gelin – Süreyya Duru (1975)

kara-carsafli-gelin“Hele salak! Size toprak mı verecekler bellisen? Sen delirmişsin, ey oğul. Fıkaraya el uzatıldığı nerede görülmüştür”

Babasının işlediği cinayetin kan bedeli olarak kurbanın ailesine verilen çocuk yaştaki bir kızın hikâyesi.

Bekir Yıldız’ın üç ayrı hikâyesinden Vedat Türkali’nin sinemaya uyarladığı ve Süreyya Duru’nun yönettiği bir Türk sineması klasiği. 1977 Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde En İyi Film de dahil dört ödül alan (diğerleri Senaryo, Kadın Oyuncu ve Yardımcı Erkek Oyuncu dallarında) film 1970’li yılların politik hayatından izler taşıyan ve o dönem Türkiye sinemasının çeşitli örneklerini verdiği “bir derdi olan” sinema eserlerinden biri. Üç ayrı hikâyeyi hemen hemen ciddi bir problem olmadan birbirine bağlamayı başaran Türkali’nin senaryosu, başarılı oyunculukları, düzeni sorgulayan içeriği ve Duru’nun gerçekçiliğe elinden geldiğince yakın durmayı başardığı bir çalışma olması ile ilgiyi hak eden film, o dönem sinemasının kimi kusurlarından kaçınamamış olmasına ve dertlerinin çokluğu arasında zaman zaman odağını kaybetmesine rağmen bir klasik olarak sinemamızın tarihinde yerini almış durumda.

Başta onaylanan senaryosu daha sonra sansür tarafından 3 kez ret edilen film ancak Danıştay’ın yürütmeyi durdurma kararı ile gösterime girebilmişti. Milliyetçi grupların, gösterildiği sinema salonlarını tehdit etmesine neden olan filmin bu tepkileri çekmesindeki temel neden hikâyesinin odağında yer alan toprak reformu tartışmalarıydı asıl olarak. Feodal bir düzenin hüküm sürdüğü ve ağaların egemen olduğu topraklarda (film Urfa’da geçiyor) topraksız köylülerin bu ağaların modern köleleri olarak yaşamalarını ve ağaların iktidar güçleri ile nasıl içli dışlı olduklarını anlatan hikâye ülkeyi yönetenlerin hoşuna gitmemişti doğal olarak. Duru’nun filmi bu konuları cesaretle ele aldığı için takdiri hak ediyor öncelikle. Bekir Yıldız’ın üç farklı temayı (kan bedeli, kaçakçılık ve ağalık düzeni) ele alan üç ayrı hikâyesini tek bir filme yedirmek ve karakterlerin bu hikâyelerin her birinde gerçekçi bir resim içinde kalmasını sağlamak kolay bir iş değil kesinlikle ve Türkali’nin bunu hemen hiç aksamadan başaran senaryosu Duru’ya büyük bir kolaylık sağlamış ve o da filmi yalın bir mizansenle çekerken Türkali’nin kendisine sağladığı malzemeyi hak ettiği şekilde kullanmayı başarmış kesinlikle. Film bunları başarırken klasik Yeşilçam problemlerinin bazılarından da kurtulamamış ne var ki. Örneğn dublajda zaman zaman ciddi aksamalar olmuş ve müziğin kullanımı da fazlası ile gösterişli ki bu gösterişlilik filmin genel sadeliği ile çelişiyor sık sık. Müziğin bir sahne içindeki kullanımının ne hissetmemiz gerektiğine bu kadar doğrudan işaret etmesi zarar vermiş filme ve zaman zaman fazlası ile “kaba” bu kullanım şekli ile hikâyenin altını gereksiz yere çizilmiş görünüyor.

Ahmed Arif’in “33 Kurşun” şiirinden bir bölümün seslendirildiği, yine onun şiirinden bestelenen “Adiloş Bebe” şarkısının sadık Gürbüz tarafından seslendirildiği ve Bedirhan Kırmızı’dan türküler ve uzun havalar dinlediğimiz film bu öğeleri ile hem politik hem de kültürel açıdan durduğu yeri net işaret ediyor kesinlikle. Film bu müzikleri ve şiirleri kullanım şekli ile yeterince profesyonel bir görüntüye sahip değil ne yazık ki. Şiirin hikâyeye giriş ve çıkışı, şarkıların başlama ve bitme şekilleri yeterince olgun bir kurgu ile oluşturulmamışlar ve bir sahnenin “şimdi uzun hava başlayacak” diye düşündürtecek şekilde kurgulanması ve gerçekten de uzun havanın hemen kulaklarınıza ulaşmaya başlaması pek olumlu bir durum değil filmin genel kalitesi açısından.

Amatör oyuncuların bir parça fazla aksadığı filmin ana kadrosu sağlam isimlerden oluşuyor: Semra Özdamar, Hakan Balamir, Aytaç Arman, Aliye Rona, Hüseyin Peyda ve Menderes Samancılar gibi isimlerin olduğu kadroda Antalya’da ödül alan Semra Özdamar (sinemamızı erken terk eden bir yıldız olmuştu ne yazık ki!) ve Peyda işlerini iyi yapmışlar ama Rona ve Balamir üzerinde ayrıca durmak gerekiyor. Aliye Rona sinemamızın kendisini pek çok filmde mahkum ettiği bir karakteri (adeta Yunan trajedilerinden fırlamışa benzeyen bir karakterdir bu) burada da tekrarlıyor ve -kendisinden talep de edildiği üzere- sık sık abartının sınırlarında geziniyor. Yine de bu abartının bile onun çileli yüz çizgilerine yakıştığını ve ondan başka kimsenin bu abartıya rağmen gerçekçi görünmesinin pek de mümkün olmadığını söylemek gerek. Filmin oyunculuk açısından tüm kadronun önüne geçen ismi ise Hakan Balamir olmuş. Güçlü, cesur ve düzeni naif duyguları ile sorgulayan karakterini takdir edilesi bir gerçekçilikle ve ekonomik bir oyunculuktan hemen hiç ayrılmadan canlandırmış ve filmin asıl yıldız olmuş kesinlikle.

Birden fazla tema ile uğraşmasının hikâyenin yeterince derinleşmesine -neyse ki- pek fazla olumsuz yönde etki etmediği film ağlayan onca karakterin olduğu ve bir trajediyi hissetmemiz için bunun yeterli olduğu bir sahnede bir de en koyusundan bir uzun havaya başvurmak gibi hatalı tercihleri, “bayılan sarışan kadın” gibi hem yapay görünen hem de filmin havasına hiç uymayan bir mizah yaratmaya çalışması ve hayli kritik ve dram potansiyeli yüksek olabilecek “eş zamanlı gerçekleştirilen iki düğün” bölümünün hatalı kurgulanması (ve ne olduğunu başta anlayamamız) gibi problemleri olsa da izlenmeyi kesinlikle hak eden bir çalışma bu.

Uzun Bir Gece – Süreyya Duru (1986)

uzun-bir-gece“Zekeriya usta öldürür beni. Boşar. Sokakta kalırım. Ne olur benim halim? Seninle adım çıktıktan sonra köye adım atamam”

Kocasını terk ederek küçüklüğünden beri aşık olduğu adamla kaçan bir genç kadının hikâyesi.

Senaryosunu Necati Cumalı’nın bir öyküsünden yola çıkarak Macit Koper’in yazdığı ve Süreyya Duru’nun yönettiği bir film. Köy/kasaba ortamında kadın, cinsellik ve toplum baskısı üzerine pek çok eseri olan Cumalı’nın bu hikâyesi de benzer temalar içerirken, yönetmen Duru yazarın dünyasını kimi ciddi aksaklıklara rağmen sinema perdesine taşımayı başarmış görünüyor. Yalın bir anlatım ve kimi üslup denemeleri ile bir yarım başarı olarak görünen film sinemamızın krizde olduğu yıllardan bugüne gelebilen yapımlardan biri olarak ilgi görmeyi hak ediyor.

Evli bir erkeğe daha küçük bir kızken aşık olan ve bu durumu fark eden annesi tarafından kendisinden büyük bir erkekle evlendirilen genç bir kadının aşkını unutamamasının hikâyesi temel olarak filmin anlattığı. Cahit Berkay’ın etkileyici ama sinemamızın hastalığına uygun olarak yine fazlası ile kullanılan müziği ile anlatılan hikâyede Duru son dönem filmlerinde olduğu gibi yine eli yüzü düzgün ve sinemasına özenilmiş bir dil kullanmaya çalışmış. Pek çok -kimi sinemamızın koşullarının dayattığı- kusuruna rağmen “temiz” sinema dili filmi ilgi çekici kılıyor özellikle. Yeşilçam’ın altını çizen, vurgulayan dilinden uzak durmuş Duru ve ortaya sade bir film çıkarmış. Bu sadelik şaşırtıcı yalınlığı olan bir performans veren Hülya Avşar’ın oyununa da yansımış ve kariyeri boyunca “doğal yeteneği”nin üzerine pek de bir şey koymayan oyuncu için başarılı olarak tanımlanabilecek bir oyunculuk çıkmış ortaya. Avşar’ın karşısındaki oyunculardan, kocasını oynayan Yaman Okay da bu sadeliğe katkı sağlıyor her zamanki dokunaklı oyunculuğu ile. Buna karşılık Aytaç Arman, diğer iki oyuncunun performansı ile kıyaslandığında daha dışa dönük performansı ile bir parça ayrıksı duruyor belki ama beden dilini ustalıkla da kullanıyor açıkçası.

Kısıtlı koşullarla çekilmiş anlaşılan film ve pek çok sahnesinde de bunun izlerini görüyoruz. Dış çekimlerde “kameraya bakan halk” görüntülerinden sağanak yağmurda oyuncular koşuştururken etraftakilerin gezintiye çıkmış gibi yürüyüşlerine pek çok örneği var bu durumun. Bunlara takılmadan izlemek gerekiyor filmi doğal olarak; aksi takdirde kendinizi hikâyeye kaptırmanız pek mümkün değil çünkü. Cumalı’nın kadına ve onun cinsel kimliği üzerine göndermeleri filmde yerini almış ve eseri farklı ve ilgiye lâyık kılanlardan biri de bu. Avşar’ın kadın karakteri gerek genç adamla olan ilişkisinde ve gerekse daha önemli olarak finaldeki tercihi ile bireysel özgürlüğünü ve tercihini içinde bulunduğu zorlu koşullara rağmen savunuyor ve belirsiz bir geleceğe ilerlerken de karşısına çıkacak risklerin farkına vararak atıyor adımlarını. Hikâyeyi ilgiye değer kılan bir yanı da kadının erkeğe kıyasla daha güçlü bir karakter olarak sergilenmesi. Fiziksel baskıya maruz kaldıkları bir sahnede erkeğin korkması ve durumdan kurtulmak için gerekirse kadını “feda etmeye” eğilim göstermesi, buna karşılık kadının inisiyatifi alarak direnmesi hayli ilginç sinemamız için. Bir başka ifade ile söylersek, finalin de bir örneği olduğu şekilde, kadın erkeklere sığınmıyor ve kurtuluşu onlarda aramıyor; aksine özgürlüğünü onlara karşı da savunarak hikâyeye yön veren kişi oluyor.

Hülya Avşar’ın “edepli bir erotizm”e de olanak sağladığı (soyunurken bizim için değil yanındaki erkek için soyunduğunu vurgulayan kamera kullanımı bu “edep” kelimesinin kullanımını haklı kılan) film neyse ki tümünü müzik ile doldurmadığı sessiz sahneleri ile de dikkat çekiyor. Bu sahneler mizansenin ve oyunculukların sadeliği ile göz dolduruyor. Bir başka olumlu nokta olarak, hikâyenin ne kadını ne de erkeği mutlak doğru karakterler olarak göstermesini söylemek mümkün. Hikâyenin asıl “kahraman”ı kadın da kusurları, hırsları ve yalanları ile birlikte sergileniyor bize ki bu da filmin gerçekçiliğine katkı sağlıyor. Duru’nun yeterince sağlam ve olgun görünmeyen ve el yordamı ile erişilmiş görünen ama yine de filme kesinlikle stilize bir görünüm kazandıran sinema dili ile de dikkat çeken yapıt problemlerine rağmen ilgiyi hak eden bir çalışma özetle.

Derya Gülü – Süreyya Duru (1979)

derya-gulu“Bir kayıkta bir çift kürek düşün, biri ötekinden kısa. Yol alır mı? Biz öyleydik onunla”

Ege kıyılarındaki bir kasabada yaşlı bir balıkçı, onunla istemeyerek evlenmiş genç karısı ve yanlarında çalışan genç bir adam arasındaki ilişkilerin hikâyesi.

Necati Cumalı’nın aynı adlı oyunundan Süreyya Duru ve Suphi Tekniker’in senaryosu ile sinemaya uyarlanan ve Duru’nun yönettiği bir film. Sinemamızın krizde olduğu bir dönemde çekilen ve dönemin “moda”sına uygun olarak erotizme de göz kırpan film Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde İhsan Yüce ve Meral Orhonsay ile oyuncu ödüllerini alırken, Nedim Otyam’ın müzik çalışması ve -her ne kadar jenerikte Ali Uğur’un da adı geçmiş olsa da- Salih Dikişçi’nin görüntüleri ile de Altın Portakal’ın sahibi olmuştu. Film oldukça iyi niyetle yola çıkılarak çekilen ama temel olarak senaryosundan kaynaklanan nedenlerle sık sık da aksayan bir çalışma. Kısıtlı bir mekanda ve temel olarak üç kişi arasında geçen hikâyeye çok daha uygun olabilecek yoğun bir psikolojik inceleme yerine daha klasik bir sinema dili kullanılması da filme çok yaramamış görünüyor. Yine de ödüllü iki oyuncusunun kariyerlerinin geneli ile kıyaslandığında hayli farklı tonlarda sergiledikleri oyunculukları, tam anlamı ile -ne yazık ki- başarılamamış olsa da filmin bir “üçüncü sayfa” hikâyesi anlatması ve Duru’nun -yine ne yazık ki- hayli kısıtlı tuttuğu geleneksel sinemadan uzaklaşma çabaları ile ilgiyi hak eden bir film bu.

Necati Cumalı’nın oyunu sinemaya ilk kez 1973 yılında Nuri Akıncı’nın senaryosu ve yönetmenliği ile uyarlanmış. “Balıkçı Kız” adı ile de bilinen bu filmden altı yıl sonra bu kez Süreyya Duru ele almış konuyu. Filmin çekildiği 1979 yılı Türkiye sinemasının zor yıllarından biri (Giovanni Scognamillo’nun “Türk Sinema Tarihi” adlı incelemesinde belirttiği üzere o yıl çekilen toplam 195 filmin 131’i “seks” ve 19’u da türkücü filmi olmuş) ve ülkenin içinde bulunduğu “anarşik” kargaşa da toplumun hayli zor bir süreçten geçmesine neden oluyordu o sıralarda. İşte böyle bir dönemde, daha çok gerçekçi toplumsal filmleri ile tanınan Süreyya Duru bu kez daha bireysel görünen bir hikâyeye el atmış bu film ile. Temel olarak bir aşk üçgeni var karşımızda: Genç ve tatminsizlikler içinde yaşayan bir kadın, onun kendisinden hayli yaşlı ve çok fazla içen kocası ve balıkçı kocanın yanına çalışmak için gelen genç bir erkek bu üçgenin kenarlarını oluşturuyor. Bu karakterlerden ortaya nasıl bir hikâye çıkacağını tahmin etmek kolay belki ve bu yüzden de filmin sinemasal öğelerinin ortalamadan güçlü olması gerekiyor ortaya başarılı bir film çıkabilmesi için. Ne var ki hem senaryosu hem sineması ile aksıyor film. Oyunda olmayan iki karakterin (kadına onunla olan sınıf farklarını koruyarak akıl veren, onun erkeğe boyun eğmesini eleştiren, kadın özgürlüğünden dem vuran iki zengin kadın) filme neden eklendiğini anlamak mümkün ama onların yer aldığı tüm sahneler ve o sahnelerdeki diyaloglar çok zorlama olmuş. Bu karakterlerden özellikle genç olanını sınıfsal açıdan ele alarak eleştirisinin hedefi yapmak istemiş Duru ama o derece yapay bir karakter ki bu genç kadın, hedefine ulaşamamış. Benzer şekilde yaşlı balıkçının kurulmak istenen bir kooperatife soğuk baktığı kahvehane sahnesi de Duru’nun önceki filmlerindeki gibi bir toplumsal meseleyi filme sokmak amacı ile yazılmış gibi duran ve hikâyenin geneli içinde kendisine uyumlu yer bulamayan bir bölüm olarak kalmış sadece.

Senaryonun başka sıkıntıları da var: Meral Orhonsay’ın canlandırdığı genç kadın ile Bulut Aras’ın oynadığı genç adam arasındaki ilişkinin inişli çıkışlı hali bir türlü ikna edici olamıyor ve bunun da esas sebebi hızlı akması filmin ve olan biteni anlamlandırmaya fırsat bulamamamız. Evet, filmin süresi kısa ama bu sorunun nedeni süre değil kesinlikle; daha doğru bir senaryo ile çok daha iyi anlatılabilirmiş karakterlerin tereddütleri, hırsları, korkuları ve tutkuları. Senaryonun bu problemi özellikle oyunculardan ikisini olumsuz anlamda etkilemiş: Orhonsay ve Aras. Karakterlerinin davranışlarını ve tepkilerini inandırıcı kılmakta zorlanıyorlar sık sık ve bu zor sınavdan Orhonsay güç de olsa geçmeyi başarırken Aras bir türlü inandırıcı bir karakter çıkaramıyor karşımıza. Meral Orhonsay, içinde bulunduğu ve şiddetle mutsuz olduğu hayattan kurtulmanın tek yolu olarak gördüğü genç adamı baştan çıkartmak, kışkırtmak ve yalvarmak arasında gidip gelen karakterini senaryonun tüm problemlerine rağmen kabalıktan sıyrılarak karşımıza getirmeyi başarıyor. Filmin erotizme göz kırpan anlarında da dürüst ve inandırıcı olmayı başaran oyuncu sinemamızın kadın yıldızlarının pek bulaşmadığı türden ve daha sonraları Müjde Ar’ın cesareti ile sergilenme olanağı bulan bir karakteri seyirci için ilginç kılma işinin üstesinden geliyor özetle. Bulut Aras ise duygusuz bir oyundan Yeşilçam usulü vurgulu bir duygusallığa uzanan bir aralıkta gidip geliyor performansı ile ve aksıyor sonuç olarak. Onun karakterini ilk sahnelerinde daracık beyaz pantolonu ve daha sonra da sık sık üstü çıplak olarak gösteren Duru’nun sinemamızın en azından o tarihe kadar pek de sık yapmadığı bir şekilde bir erkek karakteri fiziksel çekiciliği ile sergileme tercihini, hikâyesinin tam da bunu gerektirmiş olması nedeni ile takdir etmek gerekiyor. Filmin Orhonsay gibi ödüllü bir diğer oyuncusu olan İhsan Yüce ise Yeşilçam’ın onlarca filmde kendisini kıstırdığı kalıplardan sıyrılabilmiş olmanın verdiği özgüvenle de olsa gerek yine zor bir rolün üstesinden kolaylıkla geliyor ve ödülü hak ettiğini gösteriyor bize.

Nedim Otyam’ın çok sesli müziğe uyarlanmış türküleri andıran müzik çalışması bu anlamda özgünlüğü ile dikkat çekerken, Orhonsay’ın bu müzik eşliğindeki ve, Karadeniz esintili ve modern havalı dansı ise filmin ilginç ve görmeye değer yanlarından biri olurken, müziğin “modern” havasının ele aldığı üç karaktere pek uymadığını söylemek gerekiyor. Daha doğrudan yerel olan bir müzik yakışırdı bu sahneye açıkçası. Dublajında göze batan sorunları da olan film yoğun bir psikolojik inceleme olmayı denememesinin de kurbanı olmuş. Oysa hikâye gazetelerin üçüncü sayfalarına yakışan türden içeriği ile bu topluma çok uygun ve Zeki Demirkubuz’un “Masumiyet” veya “Üçüncü Sayfa” gibi filmlerindekine benzer bir bakış ile çok daha farklı yerlere gidebilirmiş.