The Scalphunters – Sydney Pollack (1968)

“Köleliği Tanrı yaratmadı, Mısırlılar yarattı”

Avladığı hayvanların kürk ve derilerini kendisinden çalan kızılderililerin ve bu değerli malları onlardan çalan çetenin peşine düşen bir adamın hikâyesi.

Sydney Pollack’tan komedi yanını da eksik bırakmayan bir western. Becerikli bir dil ile anlatılmış, keyifli ve eğlendirmeyi ihmal etmeyen bu çalışma sağlam oyuncu kadrosundan da aldığı destekle belki klasik western tutkunlarını tam anlamı ile tatmin etmeyecek ama kesinlikle kendisini seyrettiren bir film olmuş yönetmen Pollack’ın filmografisinde.

Bir zamanlar özellikle Amerikan sinemasında açılış jeneriklerine ayrı bir özen gösterilir ve bu açılış yazılarının seyirciyi filme hazırlamasına ve genel olarak filmin atmosferini yansıtan bir içeriğe sahip olmasına dikkat edilirdi. Uzmanlığı bu olan isimler de vardı ve örneğin bir Saul Bass Hitchcock’un “North by Northwest” veya Otto Preminger’in “The Man with the Golden Arm” filmlerinin de aralarında olduğu pek çok yapımın çarpıcı açılış jenerikleri ile hayli ilgi toplamış ve çalıştığı filmlere ciddi bir katkıda bulunmuştu. Bu filmin bu dalın usta isimlerinden biri olan Phill Norman’a ait olan açılış jenerikleri belki çok çarpıcı değil ama kesinlikle keyifli ve bizi birazdan ne göreceğimize hazırlayan bir çalışma ve Elmer Bernstein imzalı müzik ile birlikte filme keyifli bir giriş yapmamızı sağlıyorlar.

Burt Lancaster’in canlandırdığı kahramanımız, onun yoluna çıkan ve kızılderililerin aldıkları kürkler karşılığında kendisine verdiği zenci köle (hayli eğlenceli ve parlak oyunu ile Ossie Davis), yanındaki kız arkadaşı (eğlenceli, çenebaz ve sevimli bir Shelley Winters) ve çetesi ile birlikte Telly Savalas ve kızılderililer arasında geçen mücadelenin hikâyesi içerdiği çeşitli göndermelerle de dikkat çeken senaryosundan destek alıyor öncelikle. William W. Norton’un çalışması hınzır ve esprili diyaloglar aracılığı ile karakterlerin sık sık kelimeler/cümleler üzerinden de savaşmasına aracılık ediyor. Özellikle Ossie Davis’in iyi eğitim almış ve diğer tüm cahil (Lancaster’in canlandırdığı karakterin okuma yazması yok örneğin) karakterler arasında derin bir entelektüel olarak görünmesini sağlayan karakteri, iş bitiriciliği ve kurnazlığı ile ve beyazların dünyasında hayatta kalmak için ne gerekiyorsa yapması ile pek çok eğlenceli anın da yaratıcısı oluyor. Davis’in bu zenci karakteri üzerinden filmin hem siyahlara hem kızılderililere oldukça dürüst bir yaklaşım gösterdiğini ve pek çok western klasiğinin iyi kovboylar-kötü kızılderililer şablonuna uzak düştüğünü de söylemek gerek. Elbette sonuçta kahramanın beyaz adam olduğunu görmezden gelmek mümkün değil ama film başlangıçta kendisi at üzerinde giderken “kölesini” yürüten adamın finalde onunla birlikte ata bindiğini göstermesi veya her ikisinin “eşitlendiği” yüzlerin çamura bulandığı sahnesi ile farklı bir yerde duruyor şüphesiz.

Burt Lancaster’ın deyim yerinde ise dağı çetenin tepesine indirdiği veya atların içtikleri sudan zehirlenip çıldırması gibi sahneleri ile teknik becerisini de üst seviyede tutan filme yöneltilebilecek kimi eleştiriler de var kuşkusuz. Öncelikle filmin adı; kafatası avcıları gibi bir isim hem filmin havasına göre çok sert kaçması hem de ondan daha da fazlası ile çetenin bu yanının ve vahşiliğinin filmde bir görünüp sonra kaybolması ile filme hiç uymayan bir isim olmuş. İkinci olarak ise bu görünüp kaybolma durumunun filmin genel bir sıkıntısına örnek olduğunu belirtmek gerek. Kızılderilileri katledip kafatası derilerini yüzen çetenin filmin geri kalanında içen, dans eden ve Savallas-Winters didişmesine gülen adamlar olarak gösterilmesi filmin komedi ile western’i yeterince iyi kaynaştıramadığını ve bunun da sonuçta bir dağınıklığa yol açtığını gösteriyor.

Özetle eğlendiren, iyi oynanmış ve keyifli diyalogları ile dikkat çeken film sonuçta beyaz tarafından bahşedilmiş görünse de zencilere ve kızılderililere de söz hakkı tanıması ile takdiri hak ediyor. Bu bahşetme işi o dönem düşünüldüğünde anlaşılabilir bir durum ama günümüzde hâlâ zayıfın güçlünün bahşettikleri ile yetinmek durumunda kalması veya bir başka deyiş ile iktidar sahibinin doğal bir hak olanı kendi istediği zaman ve yerde ve istediği boyutta bahşediyor olması asıl anlaşılmaz ve kabul edilemez olan.

(“Kafatası Avcıları”)

They Shoot Horses, Don’t They? – Sydney Pollack (1969)

“Tek bir çift, yıpranmış bedenlerle yitik hayallerin üzerine basarak kürsüye çıkacak ve ödülü alacak”

30’lu yılların Birleşik Devletleri’nde bir dans maratonunda yaşananların hikâyesi.

Günümüzde binbir farklı versiyonu olan ve katılımcıların, seyredenlerin ve düzenleyenlerin her birinin hem faili hem kurbanı oldukları ve adına “reality show” denen şov cinayetlerinin bir örneğini anlatan bir film bu. Ekonomik bunalım içindeki ülkede televizyonda değil ama bu insanlık dışı sirki canlı olarak seyredenlerin gözleri önünde olup bitiyor her şey. Horace Mc Coy’un romanından uyarlanan senaryo, çoğunlukla tek bir mekanda –maratonun gerçekleştiği salon- geçen hikâyesi ile insanın ne kadar alçalabileceğini de göstererek 60’ların ikinci yarısı ve 70’lerde Amerikan sinemasında ağır basan toplumcu sosyal analiz filmlerinin başarılı örneklerinden birine kaynaklık ediyor.

Reality şovların güncel versiyonlarında ne varsa burada da var; her bir yarışmacının seyredende ilgi uyandıracak kişisel trajedi hikâyeleri, şöhret olma çabaları, ağlayan kaybedenler, ağlayan seyirciler, yarışmaya ilgiyi (reytingi) ayakta tutacak müdaheleler, yarışmacıların acısı üzerinden kendini iyi hissetmeyi sağlamak/garantilemek üzere onlarla aslında hiçbir somut veriye/paylaşıma/ilişkiye dayanmayan yakınlık kuran/kurduğunu düşünen seyirciler ve tüm bu sirki idare eden ama aslında kendisi de daha büyük bir sirkteki maymunu oynayan sunucu. Günümüzdeki en yakın benzeri günlerce bir arabaya dokunarak ayakta durma komedisi olabilecek bu yarışma insanın ne kadar kolay sefil bir duruma düşebileceğini gösterirken, film bir anlamda herhangi bir çıkış noktası sunmuyor ve aslında “pasif isyanın” bu düzende seçilebilecek tek yol olduğunu söylüyor. Sonuçta, filmde de söylendiği gibi, “yaşadığımız bu dünya rol dağıtımı bürosundan farksız, biz başvurmadan tüm listeler dolmuş zaten”.

Kalabalık kadrolu filmde tüm oyuncu ekibi gerçekten harika bir iş çıkarmış. Bir film değil bir reality şov izliyor gibisiniz; tüm karşınıza gelenler “gerçek” bir reality şovdan görüntüler kadar gerçek. Jane Fonda kendisine çok yakışan asi, uyumsuz, düzen karşıtı rollerinden birinde çıkışsızlığı çok iyi anlatıyor. Michael Sarrazin kariyerindeki bu en iyi filminde tuhaf bir çekingenlik/sevimlilik/saflık karışımı ile filmin sondaki trajedisini etkileyici ve gerçekçi kılıyor. Başarı seviyesi en az onlar kadar, belki de daha yukarıda olan yan rollerdeki isimler var; Susannah York kırılgan aktris adayında, Gig Young sunucu ve Bud York yarışmacı denizci rollerinde başarılı oyunculukların bizi hikâyenin içine nasıl sokabileceğinin parlak örneklerini veriyorlar.

Tüm dans sahneleri ve özellikle bir dairenin etrafında anlamsız yürüyüş yarışmaları bölümlerinde yönetmen Sydney Pollack hem sinemasal anlamda hem de teknik ustalıkta zirvede geziniyor. Olağanüstü oyunculukların da yardımı ile bizi sefaletin içinde gezdiriyor, tüm o bitkinliği ve yorgunluğu iliklerimize kadar hissetmemizi sağlıyor. Sarrazin’in vücudunun ve beyninin iflas ettiği bir anda son enerjisini yüzünde güneşi hissetmek için çaba harcadığı sahne ve sık sık görüntüye gelen yakın plan yüz çekimleri Pollack’ın filme damgasını vurduğu anlar. Zaman zaman hikâyenin düz akışını kesen polis sorgulaması sahnelerini geçmişte geçen bir olayı mı yoksa ileride olacakları mı anlattığını belli etmeden kurgulaması ile ilave bir gerilim yaratıyor yönetmen.

“Seyirci sefillik görmek istiyor, kendilerini daha iyi hissetmek için” ifadesi ile derdini çok iyi özetleyen film sorunun ekonomik düzenin kendisinde olduğunu, tüm o yarışmalarda asıl ilgimizi toplayanın kazananın sevinci değil kaybedenin sefaleti olduğunu ve çekilmesinin üzerinden 41 yıl geçmiş olmasına rağmen değişen hiç bir şey olmadığını anlamamızı sağlıyor. Evet biz küçük insanlar, hayatımızın şu ya da bu aşamasında vurulması gereken bacağı kırılmış atlar gibiyiz.

(“Son Gerçek”)