Wind River – Taylor Sheridan (2017)

“Söyledikleri mi yoksa söyleme şekli mi beni etkiledi bilmiyorum. Dedi ki “Sana iyi ve kötü haberlerim var: Kötü Haber, bir daha asla eskisi gibi olmayacaksın. Hep bir yanın eksik kalacak, her zaman. Kızını kaybettin ve onun yerini hiçbir şey dolduramaz. İyi haber şu ki bunu kabullendiğin ve acı çekmeye boyun eğdiğin anda, zihninde onu yaşatmayı başarabilirsin; verdiği tüm sevgiyi, yaşadığı tüm mutluluğu hatırlayabilirsin. Acıdan kaçamazsın, kaçarsan onunla ilgili tüm anıları da almış olursun kendinden. İlk adımlarından son gülümsemesine kadar hepsini öldürürsün bu anıların.” Acıyı kabul et, Martin. Duyuyor musun beni, kabul et. Onu yanında tutabilmenin tek yolu bu”

Bir avcı ve bir FBI ajanının ABD’de yerlilere ayrılan rezervasyon alanında işlenen bir kadın cinayetini çözmeye çalışmalarının hikâyesi.

Taylor Sheridan’ın yazdığı ve yönettiği bir ABD yapımı. 2017’de Cannes’da Belirli Bir Bakış bölümünde En İyi Yönetmen ödülünü kazanan film Sheridan’ın senarist olarak çalıştığı “Sicario” (Denis Villeneuve, 2015) ve “Hell or High Water” (İki Eli Kanda; David Mackenzie, 2017) adlı yapıtlardan sonra bu kez yönetmenliğini kendisinin üstlendiği ve “American Frontier” adını verdiği üçlemesinin son parçası. ABD’nin katliamlarının kurbanı olan yerlilere ayırdıkları bölgelerde (Indian Reservations) onları yoksulluk ve suçla örülü bir dünyaya mahkûm etmelerinin sonucu olan hikâyelerden biri filmde anlatılan. Kapanış jeneriğinden hemen önce ABD’de kayıp insanlarla ilgili istatistiklerin tüm demografik gruplar (yaş, cinsiyet, etnik grup vs.) mevcutken, yerli kadınlar için hiçbir istatistiğin yer almadığını belirten film ABD’nin üzerine inşa edildiği katliamı şimdi bir başka şekilde sürdürdüğünü söylemesi ile dikkat çeken, çekimlerin yapıldığı Wyoming bölgesinin sert doğasından güçlü bir görsellikle yararlanan ve gitmesi gereken noktaların epey uzağında kalsa da sonuçta önemli bir konuya değinmesi ile ilgiyi hak eden bir çalışma. Buna karşılık filmin hikâyesi için çekingen bir söyleminin olduğunu ve özellikle ikinci yarısında ana anakım sinemaya fazlası ile yakın durduğunu da söylemek gerekiyor.

Gerçek olaylardan esinlendiği söylenen filmin açılışında gecenin dolunay tarafından bastırılan karanlığında çıplak ayakla kar üzerinde ağlayarak koşan bir kadını görüyoruz ve ne olduğunu daha sonra anlayacağımız bir “edebî metni” dinliyoruz bu kadının sesinden. Amerikan yerlilerinden olan Nathalie tecavüzcülerinden kaçan yerli bir kadındır ve onun ölümüne neden olanları bulmak için iki insan iş birliği yapar: Genç bir kadın FBI ajanı ve ABD Balık ve Vahşi Yaşam Hizmetleri’nde görevli ve yöreyi çok iyi tanıyan, eskiden bir yerli kadınla evli olan ve iz sürme ve avcılık yetenekleri yüksek bir adam. Adamın filmin başında koyun sürüsünün etrafında konumlanan kurtları avlaması bir anlamda, izleyeceğimiz hikâyenin de özeti sanki. Jeremy Renner’ın sağlam bir performansla canlandırdığı adam, kendi ailesindeki travmatik bir olayla içerik olarak çok yakından bir ilişkisi olan bu olayı çözmek için, Elizabeth Olsen’in oynadığı ajanla çok yakın bir iş birliğine girecek ve bir bakıma kendi kaybının da intikamını alacaktır.

Nick Cave ve Warren Ellis ‘in birlikte hazırladıkları ve hikâyenin ruhunu ve sinemasını çok iyi yansıtan müziğin eşlik ettiği filmde Wind River bölgesi adındaki yerli rezervasyonunda yaşanan bir cinayetin çözülmesini anlatıyor bize Sheridan ve ABD’nin yerlilere reva gördüğü hayatı, kaybolan kadınlar ve onların “değersizliği” üzerinden anlatıyor. Bölgedeki yerel polis gücünün sayı olarak yetersizliği, gönderilen genç ajanın tecrübesizliği ve orada çalışan beyazların öldürülen yerli kadın için “çayır zencisi” ifadesini kullanarak gösterdiği ırkçılık bu bölgelerde yaşayanların durumu ile ilgili bir bilgi edinmemizi sağlıyor ama ABD’nin yok ettiği ırk, kültür ve o kültürden artakalanları yaşamaya zorunlu kıldığı yoksulluk ve sefalet için yeterli değil bunlar. Eğer kapanışta karşımıza konulan ve yerli kadın kayıplarının istatiksel olarak bile değersiz olduğu söylemi filmin ana teması ise, daha dolu ve yürekli olmalıydı Sheridan’ın anlatımı. Film bunu yapmadığı gibi, Hollywoodvari kolaylıklara da sapıyor ve örneğin avcının yoldan çıkmış ve uyuşturucu dahil her türlü serseriliğe bulaşmış genç adama yaptığının yanlışlığını “okumak veya orduya katılmak gibi alternatifler varken” gibi cümleler üzerinden ifade etmesini sağlıyor. Genç adamın bu ordu tarafından kendi soydaşlarına yaşatılan katliama, hatta soykırıma ve onun beyaz ırktan akranları karşısında hayata büyük dezavantajlarla başlayacağı gerçeğine hiç değinmeden böyle bir seçeneği hatırlatmak tipik bir liberal “ikiyüzlülüğü” elbette. Sheridan rezervasyonlardaki koşulları da -belki zaten bilindiği varsayımı ile- hikâyesinin dışında tutuyor ve temel olarak bütün resmin görülmesine olanak vermiyor. Yine de hakkını yememek gerek filmin; yerli babanın öldürülen kızının yasını tutmak için yüzüne sürdüğü mavi boya ile oturduğu sahnede boyayı kastederek söylediği “Doğrusunu öğretecek kimse olmadığı için ben uydurdum” cümlesi oldukça etkileyici bir içeriğe sahip örneğin ve daha da önemlisi, Amerikan sinemasının fazlası ile ihmal ettiği insanların hikâyesini beyazperdeye getirmesi filmi değerli kılıyor.

Film karakterlerin etnik kökeninden ve hikâyenin yaşandığı bölgenin özelliklerinden bağımsız olarak da değerlendirilebilecek farklı temaları da barındırıyor. Çocuğunu kaybetmek acısı ve bu acı ile tüm bir ömür boyunca yüzleşmek zorunda kalınacağı bu kaybı yaşayan iki baba arasındaki etkileyici sahneler ve iyi yazılmış diyaloglarla aktarılıyor seyirciye. Hikâyenin filmin bir neo-western olarak sınıflanabilmesini doğru kılacak içeriği (bu bağlamda avcının iz sürücülük yeteneği atlanmamalı), western türünün bazı önemli temalarını (intikam, kendi adaletini sağlama vs.) barındırması ve yine bu türe özgü kanlı bir aksiyonu sergilemesi de dikkat çekiyor örneğin. Bu “kan gölü”nün “çalınan kapı ile o geceye dönüş” ânının etkileyiciliğini zedelediğini ve filmi gereksiz bir şekilde bir aksiyon hikâyesine dönüştürdüğünü de eklemek gerekiyor.

Çekimler sırasında seti ziyaret eden yerli liderler Taylor Sheridan’a yaklaşık 6 bin kişilik rezervasyonda çözülmemiş 12 kadın cinayeti olduğunu söylemiş ve sadece bu korkunç sayı bile Amerikan yerlilerinin yaşadıkları koşulları anlatmak için yeterli olsa gerek. Filmin bu konuyu gündeme taşıması ise kuşkusuz ki çok değerli. Beyaz adamların “beyaz cehennem” olarak tanımladıkları ve “sessizlik ve hiçlik” dışında hiçbir şey olmamasından şikâyet ettikleri rezervasyon yerlilerin elinde kalan tek şeydir ve yerlilere yapılan kötülüğün de çarpıcı sembollerinden biri olur bu tanım. Taylor Sheridan görüntü yönetmeni Ben Richardson’ın başarılı çalışması sayesinde karlı ve çıplak geniş arazileri bu insanların hikâyesindeki “sessiz çığlığı” (sessiz çünkü yönetenlerin duymadığı, kulağını kapadığı çığlıklardır bunlar) anlatmak için etkileyici bir şekilde kullanıyor.

Herkesin birbirine silah doğrulttuğu aksiyon bölümünün filmin sert hüznüne zarar verip, hikâyeye anlamsız bir ticarî hava katmasının ve karakterlerin Sheridan’ın vermek istediği mesajlara uygun olarak yaratıldığının açık olmasının bir parça rahatsız ettiği filmde sondaki intikamın doğrulanmış gibi görünmesi de kesinlikle yanlış. Keşke yerlilerin ızdırabını anlatan film hikâyenin gerisinde yer alan sosyal, poliitik ve tarihsel gerçeklere de değinebilse ve asıl karakterler olması gereken yerliler ikinci planda kalmasaymış. Yine de tüm bunlar ve diğer önemli kusurlarına rağmen, Sheridan’ın yapıtı ilgiyi hak eden bir çalışma.

(“Kardaki İzler”)