The Tree of Life – Terrence Malick (2011)

“Ben dünyanın temellerini atarken sen neredeydin, sabah yıldızları birlikte şarkılarını söylerken ve Tanrı’nın bütün çocukları coşku ile bağırırken?”

Ailenin en büyük çocuğunun geriye dönüşle hatırladıkları üzerinden 1950’li yıllarda bir Amerikan ailesinin hikâyesi.

Amerikalı yönetmen Terrence Malick’den “Bir Zamanlar Anadolu’da” ve “Melancholia” filmlerinin de aralarında bulunduğu rakiplerinin arasından sıyrılarak 2011’de Cannes festivalinde büyük ödül olan Altın Palmiye’yi kazanan bir film ve hemen tüm Cannes festivallerinde olduğu gibi seyircileri ve eleştirmenleri ikiye bölen bir çalışma. Olağanüstü görselliği ve asıl tartışmanın kaynağı olan felsefesi ile 2011’in kuşkusuz en öne çıkan filmlerinden biri olmuştu bu eser. Bugüne kadar sadece altı filmi gösterime giren sinema ustası Malick’in beşinci uzun metrajlı çalışması bu ve anlatıcının sesinden dile getirilen ve “doğal yaşam ile faziletli yaşam” arasında seçim yapmak olarak özetlenebilecek teması ile hayli tartışmalar kopardı sinema çevrelerinde.

Yönetmenin 1998 tarihli ve gerçek bir başyapıt olan “The Thin Red Line” adlı filmini görmüş olanlar için bu film, işte o filmde gördüklerinin katlanarak artırıldığı bir görsel şölen olarak düşünülebilir. Ailenin büyük oğlunun huzursuz bir hayat sürdürdüğünü belli eden bugününden geriye dönük olarak aktardığı (daha doğrusu fısıldayan bir ses ile arada konuştuğu) hikâye bu anlamda bir dış ses kullanımı ile tıpkı “The Thin Red Line” filmini çağrıştırıyor; orada olduğu gibi bu filmde de Malick sık sık bir sahneyi gösterirken dış ortamın sesini kesiyor, kimi zaman gizemli sesler ekliyor ve bu seslerin dışında tam bir sessizlik içinde gösteriyor göstermek istediklerini. Açıkçası bu tür sahnelerin hemen tümünde de arada bir tekrar hissi vermiş olsa da kesinlikle çok etkileyici olmayı başarıyor. Öyle ki yönetmenin tüm film boyunca yeni bir sinema dilini karşımıza getirdiğini dahi söylemek mümkün. Malick 139 dakika süren filminde hikâyeye kesinlikle bir gizem, nerede ise melankoliye varan bir hüzün ve derinlik katan bu tercihi ile göz alıyor öncelikle. Bu cazibeye filmin kimi bölümlerinde aralıksız süren ve inanılmaz görsel efektleri de ekleyince, filmin gerek görsel gerekse mizansen anlayışına bir kusur bulmak pek mümkün değil. Her biri farklı okumalara imkân veren bu görsel denemeler doğum sahnesinden evrenin yaratılışına ve hayatın oluşumuna uzanan içerikleri ile en duyarsız seyirciyi bile etkileyebilecek güçte. Geçmişin tüm karakterlerinin birlikte hayal edildiği sahil sahnesinden “kendisine atfedilen kutsallığı” ile doğum sahnesine, Malick seyircisini avucunun içine alıyor film boyunca. İşte tam da burada tüm bu görselliğin filmin özellikle kimileri tarafından eleştirilmesine konu olan ve kişisel olarak benim de hayli haklılık payı verdiğim felsefesi ile birlikte ele alınması gerekiyor aslında; tüm bu her biri açıkça kutsal bir nitelik ile seyirciye sunulan sahneler bu denli etkileyici olmasa, bu sahneleri rahatça “New Age” havasının hayli abartıldığı, mistik ve kutsal olmanın sık sık gözümüze sokulduğu ve eğer hızınızı alamayıp daha da ileri giderseniz bir din programının görselliğinden ne farkı olduğu üzerinden sorgulamak mümkün.

Doğrudan bir dinsel propaganda filmi olmayıp “Tanrı” kavramının bu denli yoğun kullanıldığı bir başka film var mıdır bilmiyorum sinema tarihinde. Bu film kesinlikle “Tanrı ile konuşan” bir film. Sadece karakterlerin diyaloglarından veya ettikleri dualardan söz etmiyorum; kamera nerede ise filmin her karesinde gökyüzünü getiriyor görüntüye. Sık sık karakteri alttan çeken kamera sadece o anda görüntülediği kişinin anlatanın gözünden “büyüklüğünü” değil, ondan daha fazla anlatanın Tanrı karşısındaki küçüklüğünü de vurguluyor adeta. Filmin bu dinsel temasını tüm o muhteşem görselliğin arkasına saklama gibi bir telaşı da yok Malick’in; aksine görsellik bu temanın sürekli besleyicisi ve yücelticisi oluyor film boyunca. Malick’in senaryosu daha filmin başında sadece karakterlerini değil biz seyircisini de bir sınava davet ediyor. Rahibelerin karakterlerden birine sunduğu gibi iki yol var gidilecek: biri doğal, diğeri ise faziletli olanı. Bu iki yol açıkça Hristiyanlık inancındaki insanın günahkâr doğduğu ve bu anlamda vaftizin de günahlardan arınmanın ilk koşulu olduğu düşüncesinin devamı. Doğal olan yaşamı seçmek bizi günahlara sürüklerken, faziletli yaşamı seçmek bizi cennete kavuşturacak olan. Malick vaftiz sahnesini nerede ise kutsal bir ışık ile aydınlatarak, başta doğum sahnesi olmak üzere ailenin kutsallığını vurgulayarak ve anne ile baba arasındaki farkı göstererek bu anlayışın altını çizmekten de kaçınmıyor. Anne faziletli olanı, baba ise doğal olanı seçmiş görünüyor ve filmde birincisi ne kadar olumlu resmedilirse, diğeri tüm o sert otoriterliği ve “başarılı olmak istiyorsan, fazla namuslu olmayacaksın” (ki filmin tüm mistik ve dolaylı anlatım atmosferinde bu cümle rahatsız edecek kadar doğrudan kalıyor) öğütleri ile olumsuz olarak çiziliyor. Büyük çocuğun anneye olan bağlılığı ve babasına boyun eğdiği için ona öfke duyması, ve babasının ölmesini dilemesi de filmin hem Freud’u anımsatan yanı oluyor hem de bize hangi tarafta durmamız gerektiğini söylüyor.

Filmin dinsel temaları bunlarla sınırlı değil; günah da sık sık karşımıza geliyor hikâye boyunca. Vaftiz aracılığı ile günahtan arınmaktan büyük oğulun komşu kadının gizlice girdiği evinde kadının geceliği ile ilk günahını işlemesine ve sonra bu gecelikten duyduğu dehşete, Malick günah kavramını unutturmuyor bize. Kameranın sürekli göğe yükselmesi de sadece Tanrı’nın varlığını değil, onun bizi günahlarımıza karşı gözetlediği izlenimini de yaratıyor bu bağlamda değerlendirilince. Senaryo bir başka günahı da dinsel savunması ile birlikte sunmaktan çekinmiyor bize. Ailenin üç oğlundan birinin ölüm haberini hemen başlarda gösteren senaryo, bu ölüm karşısında özellikle annenin Tanrı’ya sitemini de konu ediniyor. Faziletli yaşamı seçmiş bir insanın başına böyle bir şey gelmesine izin veren Tanrı’yı “neredeydin” sorusu ile sorgulayan kadına cevabı kilisedeki rahip veriyor vaazında; ne kadar faziletli olursak olalım dünyanın acılarından muaf olduğumuzu zannedecek kadar büyük bir yanılgı içinde olmamalıyız diyen rahibin mutlak itaati isteyen bu vaazı senaryonun eleştirdiği veya inançların sorgulamasını tartışmaya açmak için araç olarak kullandığı bir konuşma değil. Aksine hikâye bu vaazın yanında duruyor ve tüm o muhteşem dağ, deniz ve gökyüzü görüntülerinin de içinde bulunduğu doğal nimetleri sürekli ön planda tutarak Tanrı’yı sorgulamanın değil ona minnettar olmanın gerekliliğini seslendiriyor.

Kurgusu, anlatımı, Emmanuel Libezki’nin olağanüstü görüntüleri ve Douglas Trumbull’ın CGI kullanılmayan efektleri ile kayıtsız kalınamayacak bir film “The Tree of Life”. Sadece görselliğinin hayal edilmesi, yaratılması ve kurgulanması ile bile ayakta alkışlanmayı hak ediyor. Yine de özellikle filmin felsefesine takılmışsanız, zaman zaman uzun ama çok uzun bir new age şarkısı dinlediğiniz hissine kapılmanız ve “iyi de tüm bu görselliğin örneğin bir “İftara Doğru” programında sergilenen doğanın nimetlerinden ne farkı var” diye düşünmeniz olanaksız değil. Yaşadıklarının sonucu olarak hem biyolojik babasını hem de Hristiyanlığın kutsal üçlemesindeki Baba’yı “Siz iyi değilken ben neden iyi olmalıyım?” diye sorgulayan çocuğun sorusu ise havada asılı kalıyor bu hüzünlü görsel senfoninin sonunda.

(“Hayat Ağacı”)