Festen – Thomas Vinterberg (1998)

“İlk kadehi kaldırmak büyük oğlan olarak benim görevim, değil mi? Ama önce konuşma gelsin. İki konuşma yazdım aslında, baba. Biri yeşil, diğeri sarı. Sen seç, hangisi?”

Babanın altmışıncı yaş günü kutlaması için toplanan bir ailede çocuklardan birinin yaptığı konuşmanın neden olduğu olayların ve açığa çıkan sırların hikâyesi.

Senaryosunu Thomas Vinterberg ve Mogens Rukov’un yazdığı, yönetmenliğini Vinterberg’in yaptığı bir Danimarka filmi. Lars Von Trier ve Vinterberg tarafından başlatılan ve temel amacını sinemada gücü yapımcı şirketlerden alıp bir sanatçı olarak yönetmene vermek olarak ifade eden “Dogma 95” akımının ilk örneği olan yapıt -arada kaçamakları olsa da- bu akımın manifestosunda tanımlanan kurallara uyan ama bu ilginçliğinden bağımsız olarak da önemli bir çalışma. İçeriğindeki rahatsız ediciliğin biçimindeki kural dışılığa (evet, manifestodaki tüm o maddeler, anaakım sinemanın adı konmamış kurallarını bir kenera itiyordu çünkü) çok iyi yakıştığı görülen yapıt aile kurumunun arkasına gizlenen, üzerleri örtülen ve görmezlikten gelinen tüm yozlaşmaları komediye de göz kırpan bir dil ile etkileyici bir biçimde anlatıyor. Cannes’dan Claude Miller’in “La Classe de Neige” (Kar Tatili) ile paylaştığı bir Jüri Özel Ödülü de olan film sinemanın sevdiği konulardan biri olan “aile toplanır ve sırlar, bastırılan duygular ortaya dökülür”ü, biçimindeki yeniliğin de katkısı ile özgün bir hikâye kılıyor ve ortaya keyifli ve görülmesi gerekli bir sonuç çıkıyor.

Vinterberg ve Von Trier’in başlattığı ve daha sonra iki Danimarkalı sinemacının, Kristian Levring ve Søren Kragh-Jacobsen’in de katılımı ile “Dogma 95” hareketine dönüşen avangart sinema akımı, hikâyeyi öne çıkaran ve özel efektlerden, teknolojinin öne çıkmasından uzak durarak basit ve yalın filmler çekmeyi hedefliyordu. 2005 yılına kadar çekilen toplam 35 film bu akımın kapsamında yaratılan sinema yapıtları olarak kabul ediliyor ve “Festen” başta karşımıza çıkan “sertifika” ve “Dogme 1” yazısının belirttiği gibi bu hareketin ilk örneği. Türkçeye “iffet (veya bekâret) yemini” olarak çevrilebilecek “kyskhedsløfter” sözcüğü ile tanımlanan 10 temel kuralı vardı bu hareketin uyulması gereken: 1) Çekimler gerçek mekânda yapılacak ve bu doğal sete müdahale edilmeyecek 2) Ses görüntü ile birlikte kaydedilecek, sonradan eklenmeyecek. Müzik ilgili sahnede icra edilmedikçe kullanılmayacak. 3) Kamera elde taşınacak 4) Film renkli olacak; yapay ışıklandırma yapılmayacak; eğer ortam çekim yapılamayacak kadar karanlıksa, kameraya iliştirilmiş tek bir aydınlatma kaynağı kullanılabilecek. 5) Optik araçlara başvurulmayacak ve filtre kullanılmayacak. 6) Yapay aksiyon olmayacak. 7) Hikâye “burada” ve şimdiki zamanda geçecek 8) “Tür” filmi (komedi, aksiyon vs.) olmayacak 9) 35 mm. film kullanılacak 10) Yönetmenin adına yer verilmeyecek. Bir “yemin metni” de yazmıştı (“Yönetmen olarak kişisel tercihlerimden uzak durmaya yemin ederim”, “bedeli ne olursa olsun hiçbir estetik kaygının taşınmasına izin vermeyeceğim” vs.) bu hareketin yaratıcıları ve kendilerini bağlamışlardı. Sonuçta amaç sinemada her türlü yapaylıktan uzak kalarak, filmlerin “gerçek” öyküler anlatan bir sanat olmasını sağlamaktı tüm bu maddelerin işaret ettiği gibi. Kuşkusuz bu akım kapsamındaki hemen her sinema yapıtının, manifestonun “yasa maddeleri”ne aykırı düştüğü durumlar oldu; müzik kullanımı bunlardan biriydi örneğin. “Festen”de de benzer bir “yasadışı” durum olmuş ve Vinterberg’in itirafına göre, “sahnelerin birinin çekiminde, dışarıdan gelen ışığın yarattığı sorun nedeni ile camlar örtülmüş ve bunun için sete dışarıdan, mekâna ait olmayan bir dekor malzemesi getirildiği gibi, yapay ışık da kullanılmış.

60. yaş gününe hazırlanan Helge (Henning Moritzen), eşi (Birthe Neumann) ile birlikte büyük bir otel işletmektedir ve doğum günü töreni için üç çocuklarından ikisini, Christian (Ulrich Thomsen) ve Helene (Paprika Steen), yakın akrabalar ve aile dostları ile birlikte bu otele davet etmiştir. En küçük çocukları olan Michael (Thomas Bo Larsen) bir önceki doğum gününde çok içip ortalığı karıştırdığı için davetli değildir ama bu onun eşi ve üç çocuğu ile kutlamaya gelmesine engel olmayacaktır. Aslında ailenin bir dördüncü çocuğu daha vardır ama Christian’ın ikizi olan Linda adındaki bu kız kısa bir süre önce o otelde intihar etmiştir. Davetlilerin tümü gelip, şölen yemeği başladığında Christian en büyük çocuk olarak kadeh kaldırır ve açılış konuşmasını yapar. İki farklı metin hazırlamıştır konuşma için ve seçimi babasına yaptırır; Helge’nin yeşil rengi seçerek yaptığı tercih Christian’ın ifadesine göre, “Babamın Banyoları” başlığını taşıyan bir “hakikat konuşması”na yol açacak, saklanan sırları açığa çıkaracak ve genç adamın söyledikleri şölenin orta yerine bir bomba bırakılmış etkisi yaratacaktır.

Daha açılış anlarından başlayarak, özellikle “kameranın elde taşınması” ve “estetik kaygı gözetilmemesi” ile ilgili olan kurallar başta olmak üzere, Vinterberg tam bir Dogma filmi çektiğini her karede gösteriyor bize. Görüntü bozulabiliyor, çerçevelemelere hiç müdahale edilmemiş görünüyor ve kameranın oyunculara özel / gizli bir amaç gözetmeden yaklaşmasının “rahatsız ediciliği” umursanmıyor vs. Yapay bir estetik kaygıdan uzak duruluyor ve biçimsel farklılığın neden olduğu “rahatsızlık”, bu hikâye özelinde bakılınca, içeriğin yarattığı ile birleşince ortaya kayıtsız kalmanın çok güç olduğu bir sonuç çıkıyor. Elbette, sadece bu değil bu öncü filme değer kazandıran; geçmişte işlenen suçların üzerinin örtülmesi politik ve sınıfsal bir bakışla ele alındığında, ek okumalara açık ve etkileyici bir hikâyesi var filmin.

Christian’ın şöleni sözleri ile bombalaması başta bir sessizliğie ve rahatsızlığa yol açıyor davetliler arasında ama bir süre sonra, genç adamın söylediklerine inanmamayı ve / veya duyduklarının rahatsız ediciliğini görmezden gelmeyi tercih ediyor misafirler, tıpkı annenin yıllarca yapmış olduğu gibi. İlk itiraftan sonra konu hikâye boyunca birkaç kez daha gündeme geliyor ama bir şekilde, rahatsızlığı hep bu sessiz kalma izliyor; hatta gecenin ilerleyen saatlerinde davetlileri adeta “çöküş”ü kutlarcasına çılgınca dans ederken görüyoruz. Hikâyede yozlaşma bir ailenin çerçevesi içinde kalarak anlatılsa da, davetlilerin de kulaklarını kapatarak ve şölene devam ederek, olan bitenin gönüllü birer parçası olmaları yozlaşmayı bu çerçeveden çıkartıp toplumsal bir boyuta taşıyor. Ev sahiplerinin ve ailenin orta / üst sınıftan olmaları, buna karşılık Christian’ın yanında duranların otelin mutfağındakiler olması ise öyküye sınıfsal bir alan açıyor ve “aşağıdakiler”in dayanışması ve doğrunun yanında durmaları “yukarıdakiler”in -burada kurban kendi içlerinden biri olsa da- sömürü düzenine bir direniş oluşturuyor adeta. Şöleni yönetme sorumluluğu verilen Alman adamın işlerin çığrından çıkmasına rağmen tam bir görev adamı sorumluluğu ile ve her şey yolundaymış gibi plana uymaya çalışması ise, “Alman disiplini”ne yöneltilen esprili bir eleştiri olma işlevi gördüğü gibi, sömürünün sürebilme nedenlerinden birinin de onun işte bu Alman karakter gibi hizmetkârları olduğunu söylüyor.

Film Afrika kökenli bir karakter üzerinden ırkçılık ve önyargılar konusuna da el atmış. Ailenin kız çocuğunun sevgilisi olan bu adamla tanıştırıldığında, annenin onunla daha önce karşılaşmış gibi konuşması (bütün “öteki”ler birbirinin aynıdır sonuçta!) ve davetlilerin toplu halde bugün sözlerinin ırkçı içerikler taşıdığı tartışılan ve 1970’lerde Danimarka’da hayli popüler olan bir çocuk şarkısını (4 yaşındaki Bo Andersen’in seslendirdiği “Jeg Har Set en Rigtig Negermand”) söylemeleri de yine, yukarıda belirtildiği gibi, hikâyeyi bireysel çerçeve içinde sınırlamadan düşünmemiz gerektiğine işaret ediyor gibi. Hayli kasvetli bir hikâye seyrettiğimiz ama Thomas Vinterberg ve Mogens Rukov’un senaryosu zaman zaman sizi gülmenin eşiğine kadar getiriyor ve hatta güldürüyor da; bu ikilem filmin rahatsız ediciliğini daha da artırıyor ki bu da Vinterberg’in hedefine ulaşmasını sağlıyor kesinlikle. Yönetmenin, öyküsünün kara komedi olarak sınıflandırılmasına karşı çıkıp, “içinde biraz kahkaha da olan dram” demesi ise hem doğru bir tanımlamaya işaret ediyor, hem de Dogma 95 anayasasının “Tür filmi olmayacak” kuralını hatırlatıyor.

Çok büyük bir kısmı bir akşam yemeği zamanında geçen filmde tüm kadro sağlam bir takım oyunu çıkarmışlar ortaya ve mizahtan gerçeküstüne kadar değişen alanlara taşan bir hikâyeye önemli birer katkı sağlamışlar; Ulrich Thomsen ve Thomas Bo Larsen ise senaryonun kendilerine daha fazla oynama olanağı sağlamış olmasının da katkısı ile öne çıkmışlar. İngiliz oyun yazarı David Eldridge tarafından tiyatroya da uyarlanan, pek çok ödül kazanan ve böylece Dogma 95 hareketini sinema dünyasına güçlü ve ilgi çekici bir biçimde sokan film bu başarısı ile akımın başka örneklerinin üretilmesine giden yolu da açmış oldu. Bir “akşam yemeği” ve o “yemeği terk edemeyenlerin” filmi olarak Luis Bunuel’in 1962 Meksika yapımı “El Ángel Exterminador” (Mahvedici Melek) adlı başyapıtının yanına yerleştirilmesi gereken yapıt, sinemayı özgürleştirirken, bir yandan da manifestosu ile onu sınırlayan ve kesinlikle hınzır bir bakışın ürünü olan Dogma 95 hareketinin ilk ve en başarılı örneklerinden biri olarak mutlaka izlenmesi gereken bir film.

(“The Celebration” – “Şölen”)

Druk – Thomas Vinterberg (2020)

“Bir iki bardak şarap. Hep o seviyede tutmak lazım. Yüzde 0,05 promil alkollüyken daha rahat, özgüvenli, neşeli ve açık biri oluyorsun. Genel olarak daha cesur biri oluyorsun”

İnsanın kanında olması gerekenden %0,05 daha az alkolle doğduğunu öne süren bir teoriyi test etmek için bu hep düzeyi yakalayacak şekilde sürekli alkol almaya karar veren dört arkadaşın hikâyesi.

Thomas Vinterberg’in yazdığı bir tiyatro oyunundan yola çıkılarak oluşturulan senaryosunu Vinterberg ve Tobias Lindholm’un yazdığı, yönetmenliğini Vinterberg’in yaptığı bir Danimarka, İsveç ve Hollanda ortak yapımı. Orta yaşlarda olan ve aynı okulda öğretmen olarak çalışan dört arkadaşın hayatlarında hissettikleri tıkanmayı aşmak ve yaratıcılıklarını artıracak şekilde kendilerini daha özgür hissedebilmek için bir teoriyi öne sürerek başlattıkları denemenin sonuçlarını anlatıyor film temel olarak. Kazandığı onlarca ödülün yanında En İyi Uluslararası Film Oscar’ına da sahip olan yapıt hafif bir komedi de içeren, dört başrol oyuncusunun (özellikle de Mads Mikkelsen’in) güçlü ve gerçekçi performansları ile önem kazanan ve alkolle birlikte gelen mutluluğun aslında düşündüklerinden daha da mutsuz olmalarına yol açtığı karakterleri ile dikkat çeken yapıt, alkol karşıtı ya da dostu olmak yerine ona nesnel bir şekilde yaklaşması ile de değer kazanıyor.

Dünya Sağlık Örgütü’nün 2020 tarihli raporu 15 yaşındaki Danimarkalı gençlerin alkol tüketiminin Avrupa ortalamasının neredeyse iki katında olduğunu göstermiş. Filmin açılışındaki “göl yarışı” ve sondaki mezuniyet kutlaması sahnelerinin gösterdiği gibi oldukça yaygın bir kullanımı var alkolün gençler arasında ve içki için yasal yaş sınırının 16’dan 18’e çıkarılması teşebbüsleri kendi gençliklerinde alkole olan yakınlıklarını mutlulukla hatırlayan yetişkinlerin karşı çıkmasının da etkisi ile sonuçsuz kalmış hep. Vinterberg’i oyununu sinemaya taşıması için fikir veren kızı Ida olmuş ve ilk hâlinde senaryo “dünya tarihinin alkolsüz çok farklı olacağı” tezi üzerine kurulu olan bir metinmiş. Ne var ki çekimler başladıktan dört gün sonra 19 yaşındaki Ida bir trafik kazasında hayatını kaybetmiş; çekimler yeniden başladığında ise, orijinali daha sert olan senaryonun havası yumuşatılmış ve yaşamaya daha olumlu bakan bir içerik kazanmış. Vinterberg’in kaybettiği kızına ithaf ettiği filmdeki dört adamın test ettiği teori ise Norveçli psikiyatrist Finn Skårderud’un İtalyan yazar ve şair Edmondo de Amicis’in 1881 tarihli “Gli Effetti Psicologici del Vino” (Şarabın Psikolojik Etkileri) adı kitabının Norveççe baskısına yazdığı önsözün yanlış, daha doğrusu eksik okunmasından kaynaklanıyor. Skårderud önsözde “Bir iki kadeh içtikten sonra hayat daha güzel görünür ve belki de kanımızdaki alkol oranının olması gerekenden %0,05 daha eksik olarak doğduğumuzu düşünürüz” diye yazmış ama ilerleyen satırlarda bu teoriyi tamamı ile ret etmiş kendi sözlerine göre. Vinterberg’in filmindeki dört karakterden biri, işte bu aslında var olmayan teoriyi -alkolün keyif verdiği bir akşamın neden olduğu cesaretle- test etmeyi öneriyor arkadaşlarına ve “bilimsel araştırma” bunun üzerine başlıyor. Film aynı lisede öğretmenlik yapan ve sıkı bir arkadaşlıkları olan bu dört adamın bilimsel çalışmalarının sonucunu ve bu süreçte kendilerini sorgulamalarını anlatıyor oldukça güçlü ve keyif verici bir şekilde.

Geniş bir ilgi gören film özellikle finaldeki dans sahnesi ile gündeme geldi en çok. Çağdaş sinemanın en usta oyuncularından biri olduğu tartışılmaz bir gerçek olan Mads Mikkelsen’in buradaki solo performansı ve finalde donan görüntüdeki hâli hikâyenin “mesaj”ının özeti bir bakıma. Yönetmenin kendi ifadesine göre bu sahne, Mikkelsen’in karakterinin “bir yanının uçmayı, bir yanının ise boğulmayı arzuladığını” gösteriyor. Gerçekten de filmde alkol dört adamın tümünün da hayatına olumlu sonuçlar getiriyor ama finale doğru gördüklerimiz alkolün iyileştirici yanı kadar batırıcı yanının da güçlü olduğunu gösteriyor. Bize alkolün kötülüğünü ya da iyiliğini anlatmaya soyunmuyor film ve doğru bir iş yapıyor. Sadece öğretmenlerimiz üzerinde değil; bir iki kadehin, örneğin özgüveni yerlerde gezinen bir öğrenci üzerindeki -üstelik hayli önemli- olumlu etkisini de gösteriyor hikâye ama aynı zamanda dört ana karakterinden birinin akıbetinin sorumluluğunu da alkole yüklüyor (en azından alkol adamın kendisine mutsuzluğunu itiraf etmesine yol açıyor çünkü).

Hikâyede, ilk varoluşçu filozof olarak kabul edilen Danimarkalı Søren Kierkegaard’ın önemli bir yeri var. Film onun bir şiirinden dizelerle açılıyor: “Gençlik nedir? / Bir rüya / Aşk nedir? / O rüyada gördüğün şey”. İçlerinden birinin hayli eğlenceli biten ve sonunda o bilimsel araştırmayı da başlatan 40. yaş günü kutlamasına tanık olduğumuz dört adam da gençliklerini geride bırakmışlardır ve yarım kalan arzular, monotonlaşan hayatlar ve biriken mutsuzlukları ile baş başadırlar. Okulda tarih, psikoloji, müzik ve spor öğretmenliği yapan dört adam sıkılmaktadırlar ve tarih öğretmeninin eşine sorduğu sorunun (“Sıkıcı biri mi oldum?”) ortaya koyduğu gibi, mutsuzlukları ailelerini ve öğrencilerini de etkilemektedir. Başladıkları testin özel hayatlarında ve meslek yaşamlarındaki olumlu etkilerine ve birkaç farklı sahnede tanık olduğumuz içkinin ve içmenin güzelliğine kayıtsız kalmak mümkün değil açıkçası. Ne var ki insan hata yapmaya açık bir varlıktır ve lise bitirme sınavında bir öğrencinin Kierkegaard’ı anlatırken ondan alıntı yaparak söylediği gibi, “Başkalarını ve hayatı sevmek için hata yapmaya açık olma zayıflığını kabul etmesi gerekir insanın”. İşte kahramanlarımız da alkolden önceki (hataları) ve alkolle doğan zayıflıkları(nın neden olduğu hataları) ile yüzleşiyorlar hikâyede ve başkalarını ve hayatı sevme konusunda bir sınavla karşı karşıya kalıyorlar. Her sınavda olduğu gibi başaracaklar da olacaktır, başaramayanlar da.

Senaryonun çıkış noktası olan oyunundaki “alkol olmasaydı, dünya tarihinin çok farklı olacağı” tezini filmine de taşımış Vinterberg. Derste öğrencilerine hangisini seçerdiniz diye soruyor, üç ünlü kişinin karakterlerini sıralayarak ama isimlerini söylemeden. Öğrenciler Roosevelt, Churchill ve Hitler’in içinden üçüncüsünü seçiyorlar çünkü diğer olumsuz özelliklerinin yanında, ilk ikisi aynı zamanda sıkı bir içkicidir. Örneğin Churchill “Kahvaltıdan önce asla içmem’” demesi ile meşhurdur. Birkaç kez de, yine sıkı alkol kullanan Hemingway’in -karakterlerin buna da bağladıkları- yaratıcılığı ve verimi konuşma konusu oluyor kahramanlarımız arasında. Vinterberg hikâyenin çeşitli yerlerinde gerçek görüntüler kullanarak içki içen devlet adamlarını ve bunların sarhoşluk anlarını getiriyor karşımıza (özellikle Sovyet liderler Brejnev ve Yeltsin’in görüntüleri hayli eğlenceli) ve insanlık tarihinin alkolsüz nasıl olabileceği üzerinde seyircisini de düşündürtüyor.

Finalde sunduğu ve sizi de dansa davet edecek kadar güçlü ve eğlenceli dans performansı değil sadece Mads Mikkelsen’i filmin en büyük kozlarından birini yapan. Alkol öncesi ve sonrasında karakterinin ruh hâllerini üstelik de hayli sade bir oyunculukla çok güçlü bir biçimde canlandırıyor usta oyuncu. Gençliğindeki dans tecübelerini folk/caz/serbest stil karışımı bir performansla yansıtarak son sahneye ve filme damgasını vuran Mikkelsen’e eşlik eden diğer üç oyuncu da (Thomas Bo Larsen, Magnus Millang ve Lars Ranthe) bilimsel deneylerinin neden olduklarını karakterlerini sıkı bir gerçekçilikle yaratarak sergiliyorlar. Doğum günü partisinden sonra yaptıkları ile hâlâ birer ergen ruhuna sahip oldukları ortaya çıkan (daha doğrusu alkolün bu gerçeği ortaya çıkardığı) karakterlerinin “aptallıkları”nın hikâyeye sağladığı ince mizahın güçlü olmasında dört oyuncunun da önemli payı var kuşkusuz.

Simpsons dizisinin yaratıcısı Matt Groening’in Homer Simpson’a söylettiği “Alkol hayattaki tüm sorunların nedeni ve çözümüdür” cümlesini hatırlatan bir yapıt bu. Gerçekten de alkol tümünü olmasa da, pek çok sorunu çözüyor bu hikâyede ama yenilerini de yaratıyor bu arada. Gelişmeler beklendiği şekilde ilerliyor ve Vinterberg gereksiz sürprizler peşinde koşmak yerine, bizi eğlenerek tanık olmaya davet ediyor dört adamın hayatına. Kamera yormayan bir hareketlilikle onların coşku, merak, korku ve yalnızlıklarını zaman zaman kırılgan bir havaya bürünerek anlatıyor. Alkolün neden olduklarını ders verir bir biçimde değil, tarafsız bir gözlemci gibi aktaran kamera erkeklerin (evet, tümünün) bir şekilde ergenlik çağında takılıp kaldıklarını ve bunun neden olduklarını melankolik bir havada görüntülüyor bizim için. İçerdiği onca melankoli, hüzün ve hatta trajediye rağmen, Vinterberg seyircisine bir sıcaklık da sunmayı başaran bir sonuç koymuş ortaya. Yönetmenin “hayata gösterilen takdir” olarak tanımladığı film ilginç ve önemli bir yapıt olarak, görülmeyi hak ediyor.

(“Another Round” – “Körkütük”)

Kollektivet – Thomas Vinterberg (2016)

“Hayır, ben patron değilim. Burada bir patron yok, bir komün var; tamam mı? Anladın mı? Burada her şeyi paylaşırız, anladın mı? Patron falan yok burada. Biz burada her şeyi paylaşıyoruz, bunu anlayabiliyor musun? Anlayabiliyor musun!”

1970’li yıllarda Danimarka’da komün hayatı yaşayan bir grubun hikâyesi.

Mogens Rukov ve Thomas Vinterberg’in aynı isimli oyunundan yola çıkarak, senaryosunu Vinterberg ve Tobias Lindholm’un yazdığı ve yönetmenliğini Vinterberg’in üstlendiği bir Danimarka, İsveç ve Hollanda ortak yapımı. Vinterberg’in yedi yaşından on dokuz yaşına kadar ailesi ile birlikte yaşadığı Kopenhag’daki bir komündeki hayatından esinlenen film altmışlı ve yetmişli yılların liberal havasının sonuçlarından biri olan bir hayat biçiminin bireysel duygular ve arzular ile çatışmasının sonuçlarını anlatan bir çalışma. Farklı bir ortak hayat deneyen bireylerin hayalleri ile gerçeklerin çelişmesini konu edinen film bir dram hikâyesini anlatırken “daha iyi bir yaşam” umudunu da elden bırakmıyor ve karakterlerini yargılamamaya özen gösteriyor. 7 yetişkin (4 erkek, 3 kadın) ve biri on dört, diğeri altı yaşında olan iki çocuğun birlikte yaşamını özenle anlatan film, tüm karakterlerini yeterince derinleştirememiş olsa da ve hikâye dramatik anlarına rağmen zaman zaman yeterince güçlü görünmese de, oyuncularının (özellikle de Berlin’de ödül alan Trine Dyrholm ve onun eşini canlandıran Ulrich Thomsen) başarısı ve serbest anlatım dili ile ilgi görebilecek bir çalışma.

Erkeğin mimarlık alanında eğitim veren bir akademisyen, kadının ise tanınmış bir haber sunucusu olduğu ve on dört yaşında bir kızları olan entelektüel bir çift kendilerine miras kalan evin büyüklüğünü konuşurken kadının önerisi ile komün yaşamını denemeye karar veriyorlar. Altı yaşında bir oğulları olan tanıdıkları bir çiftin yanısıra, iki bekâr erkek ve bir bekâr kadın daha geliyor eve ve birlikte yaşam başlıyor. Tahmin edilebileceği gibi başlarda yolunda gidiyor bu ortak yaşam ve çiftimizin -özellikle kadının şikâyetçi olduğu- monoton hayatları renkleniyor ama sonra yine beklendiği gibi sorunlar başlıyor; ama tam olarak içeriden değil, dışarıdan geliyor bu sorun.

Senaryo özellikle çifti odağına alırken, diğer karakterler daha çok bu iki kişinin ortak yaşam deneyinin parçası olarak kalıyorlar göründükleri onca sahneye rağmen ve çoğunlukla bu ortak yaşamın güzelliklerini ve zorluklarını anlatmanın aracı olmak için yer almış gibi duruyorlar hikâyede. Bu tercih de bu karakterlerin çoğunlukla iki boyutlu kalmalarına neden oluyor ve hikâyeye zarar veriyor. Örneğin evdeki yedi yetişkinden biri olan ve “yabancı” olduğu birkaç kez dile getirilen karakteri çözemiyoruz bir türlü (sık sık ağlaması, parasızlığı vs.). Evdeki diğer çiftin çocuklarının trajik durumu ise hikâyeye bir dramatik destek verse de ve etkileyici bir duygusal sahneye imkân sağlasa da bir parça gereksiz kalıyor hikâyenin asıl meselesi düşünüldüğünde. Buna karşılık diğer çocuğun sürekli etrafını sorgulayan bakışları ve bir yandan da büyüyerek kendi hayatının resmini çizmeye başlaması akıllıca bir parçası kılınmış hikâyenin filme çekicilik katacak bir başarı ile.

Gerçekte o tarihlerde komün hayatının o hayatın dışında olanlarca nasıl karşılandığı veya bu yaşam biçiminin genel olarak toplumsal konumu ile ilgili konulara pek girmiyor hikâye; sadece bir sahnede doktor bir hastanın ebeveynleri dışındakilere hastanın durumu ile bilgi vermeyince, komündekilerden birinin doktora “biz komünüz” diyerek tepki verdiğine tanık oluyoruz. Aslında filmin genel yaklaşımı ile ilgili bu durum. Vinterberg komünün “dış dünya” ile ilişkilerini kısıtlı tutuyor ve gösterdiğinde de bu ilişkileri, sadece komündeki bireylerin hayatlarını öne çıkararak yapıyor bunu. Dolayısı ile filmde anlatılanın bu yaşam biçimin bir incelemesi olmasa bile, irdelenmesi de değil, daha çok içindeki bireylerin kişisel yaşamları üzerindeki etkisi ile -o da hayli kısıtlı aslında- sınırlı olduğunu söylemek gerekiyor.

İnsan doğası ile toplumsal düzenlerin dikte ettiklerinin çelişmesini özellikle Trine Dyrholm’un canlandırdığı Anna karakteri üzerinden etkileyici bir şekilde anlatmayı başarmış film. Evliliğini ve belki de gururunu korumak için kabullendiği durum ve eve yeni bir katılımcının gelmesini kabul etmesinin (ve hatta önermesinin) sonuçlarını çarpıcı bir şekilde anlatıyor fillm bize ve Dyrholm da güçlü oyunu ile kadının yaşadıklarını bizim de aynen hissetmemizi sağlıyor. Vinterberg’in filmi birtakım hatıralar, fikirler vs.’nin bir araya getirildiği ama bunlarla tam olarak ne anlatılmak/yapılmak istendiği belirlenememiş bir yapısı olsa da anlattığı konu, oyuncuları ve Vinterberg’in karakterlerine belli bir mesafede dursa da onları anlamaya çalışan yaklaşımı ile ilgiye aday bir film.

(“The Commune” – “Komün”)

En Mand Kommer Hjem – Thomas Vinterberg (2007)

en-mand-kommer-hjem

“Kanepemde uyuyabilirsin. Bütün yemeğimi yiyebilirsin. Hatta beni biraz daha dövebilirsin.”

 

Yıllar önce terkettiği kasabaya geri dönen ünlü bir operacının ve onun dönüşü ile başlayan olayların hikâyesi.

 

İşte o garip karakterlerin olduğu veya sıradan karakterlerin garip davranışlar sergilediği mizah içeren sıcak ve küçük filmlerden biri. Benzerlerini Kuzey Avrupa sinemasında bulabileceğiniz türden bir film bu ve özelllikle öne çıkan bir yanı da yok.

 

Şaşırtıcı olan filmin görüntü çalışması. Hikâyenin bir Kuzey Avrupa ülkesinde (Danimarka’da) geçtiğini hissetmenizin mümkün olmayacağı bir şekilde çok “güneşli” bir film var karşımızda. Dış sahnelerde sarı renklerin bariz bir ağırlığı var ve iç sahnelerde de güneşin girmesinin mümkün olduğu her mekanda oyuncuların yüzlerinde güneş ışığını görmek mümkün. Buna sarı tarlaları ve klasik tabloları hatırlatacak şekilde bu sarı tarlalarda yoldan geçen arabalara el sallayan çiftçilerin görüntülerini ekleyince daha çok güneşli bir Akdeniz ülkesinde olduğunuzu düşünebilirsiniz.

 

Aşçıların sanatkâr yanının müzisyenlerden geri kalmadığını ispatlayacak keyifli “yemek yapma ve yedirme stresi” sahneleri içeren bir “babayı bulma-kaybetme-tekrar bulma” hikayesi. Güneşli ve “çok parlak” bir film.

(“When a Man Comes Home” – “Eve Dönüş”)