“İzleyeceğiniz film beş gencin, özellikle de Sally Hardesty ve onun özürlü kardeşi Frank’in başına gelen trajedinin hikâyesidir. Genç olmaları yaşananları daha da trajik kılmıştır. Fakat uzun, çok uzun ömürleri olsaydı da o gün görecekleri çılgınlığı ve katliamı görmeyi ne tahmin ne de umut edebilirlerdi. Onlar için pastoral bir yaz öğleden sonrası seyahati bir kâbusa dönüştü o gün ve yaşananlar Amerikan tarihindeki en tuhaf suçlardan birinin, “Teksas Katliamı”nın keşfedilmesine kadar uzanacaktı”
Birlikte geziye çıkan ve ikisi kardeş olan beş gencin (iki kadın ve üç erkek) yolda karşılarına çıkan psikopat bir ailenin kurbanı olmalarının hikâyesi.
Senaryosunu Kim Henkel ve Tobe Hooper’ın yazdığı, yönetmenliğini Hooper’ın üstlendiği bir ABD yapımı. Hooper’ın yine Henkel ile birlikte çalıştığı, 1969 yapımı “Eggshells”ten sonra çektiği, bu ikinci uzun metrajlı filmi bugün korku türünün klasiklerinden biri olarak kabul edilen bir çalışma. Sadece 140 Bin Dolar’a (bugünkü karşılığı ile yaklaşık 800 Bin Dolar) çekilen film daha sonra, hikâyenin öncesi veya sonrasını anlatan ya da aynı hikâyeyi tekrarlayan yedi filme daha esin kaynağı olmuştu. Bugünün benzer türdeki filmleri ile kıyaslandığında belki çok sert görünmeyebilir ama zamanında Hooper’ın bu klasiği pek çok ülkede uzun süre yasaklı olarak kalmıştı. Gençlerden oluşan bir grubun başına gelen korkunç olayların hikâyesi sonra da çok kullanılmış bir formül ve bu açıdan çok orijinal görünmeyebilir bugünün seyircisine ama filmin tüm o kabalığı ve tahmin edilebilirliği içinde bir çekiciliği olduğu açık. Bu çekiciliğin temel kaynağı, sertlikte uç noktalara kaymaktan çekinmemesi ve doğrudan bir anlatımı benimsemesi olmuş gibi görünen filmin türe çok da meraklı olmayanlara vaat edebileceği bir şey ise pek yok gibi görünüyor.
Bu yazının girişinde yer alan ve oyuncu John Bernard Larroquette’in seslendirdiği cümlelerle başlıyor film. 1973 yılının 18 Ağustos tarihinde geçen hikâyenin “gerçek”liğine işaret eden cümlelerin aksine, anlatılanların hikâyedeki psikopat karakterlerden biri olan “Leatherface”in (Deri Surat) esinlendiği Amerikalı katil Ed Gein ile çok da ilgisi yok aslında. Gein sadece iki kadını öldürmüş (bir seri katil için düşük bir sayı) ve filmdeki karakterin yaptığı gibi kadınların mezarlarını soyarak çeşitli vücut parçaları çalmış ve insan derisinden kıyafetler yapmış kendisine. Filmin anlattığı ise daha çok, Gein’in çağrıştırdıkları ile yaratılan bir orijinal hikâye ve yönetmen Hooper da bu hikâyeyi doğrudan bir sertliğe büründürerek seyirciyi etkileme hedefini başarı ile tutturmuş. Filmin adındaki testereye karşılık hikâyedeki cinayetlerin sadece birinin bu aletle işlendiği çalışmayı sert bir korku hikâyesi olarak nitelemekle yetinmeyerek, ona derinlik kazandıracak temaları keşfetmenin peşine düşen pek çok yorum var ve bunlardan biri de vejetaryenlik. Gerçekten de filmin başlangıcındaki mezbaha konuşmalarından burada hayvanlara yapılanların insanlar üzerinde tekrarlanmasına, Hooper’ın filmi, Meksikalı yönetmen Guillermo del Toro’nun bu hikâyeyi seyrettikten sonra vejetaryen olduğunu söylemesini doğrulayacak kadar açık bir dil kullanıyor bu konuda. Hayvanların mezabahalardaki öldürülme yöntemlerini konuşan ve bundan rahatsız olan ama bir yandan da et yemeyi sürdüren karakterlerin ikiyüzlülüğü üzerinden aslında benzer durumda olan dünya üzerindeki milyonlarcasını eleştiriyor film. Hikâye boyunca tanık olduğumuz cinayetlerin kurbanı olan insanların yerine hayvanları koyduğumuzda da aynı ürkünçlüğü hissetmemizi bekliyor kesinlikle Tobe Hooper’ın bu klasiği ve Leatherface’in katliamlarını gerçekleştirirken mezbahalarda giyilen türden uzun naylon önlüklerden giymesi ile de vurguluyor bu yanını.
Hikâyenin başında bir radyodan duyduğumuz sesler oldukça karanlık bir ABD resmi çiziyor bize. Sonradan bu resme hiç dönülmese de doğrudan, belki de film bu karanlığın mikro boyuttaki bir karşılığı olarak görüyor hikâyesini. Kolera salgınından, sebepsiz çöken bir binadan, bir saldırıdan, vahşice öldürülmüş olarak bulunan iki cesetten, bir protesto intiharından ve onun tetiklediği diğerlerinden ve bir patlamadan söz ediliyor radyo haberinde açılış sahnesinde ve 1974’ün iki yıldan beri ülkeyi sarsan Watergate skandalı nedeni ile Nixon’ın istifa etmek zorunda kaldığı ve ülkenin çalkantılı bir dönemden geçtiği bir tarih olduğunu düşününce Hooper’ın belki de bu ortama da bir göndermede bulunduğu yorumunu getirebiliriz. Bu yorumlar bir yana bırakılırsa beş genç (bir şişman ve özürlü, bir yakışlıklı, bir cool entelektüel (gözlükleri var çünkü) ve iki sarışın ve seksî (burçlara meraklı olduklarına göre çok da akıllı değiller!) kadın gibi gençlerin kurban olduğu korku filmlerinin sonradan klişeleşen karakterlerine sahip olan hikâye tüm çekiciliğini temposunu hiç düşürmeden karşımıza getirdiği sert sahneleri üzerine kuruyor. “Leatherface” karakteri, testere ve ondan daha da fazla çekiç ile yapılanlar, mezbahalarda hayvanlara yapılanları hatırlatan kancaya asma ve yerde debelenmeler, koltuklarında oturan yaşlıların çürümüş cesetleri ve bu cesetlerden birine yaptırılmaya çalışılanlar (“Vur ona! Vur, büyükbaba. Al Çekici. Hadi, büyükbaba. Vur şu kahpeye! Hadi, büyükbaba. Vur şu kahpeye, öldür onu!”), dakikalar boyunca süren kadın çığlıkları ve korkudan iri iri açılmış gözlerle gidebileceği son noktaya gidiyor film.
Finalde gün batımı fonu önünde gerçekleşen “testere ile dans” sahnesi ile etkileyici bir kapanış yapan filmin belki de sinema sanatı açısından en önemli başarısı karanlık bir mizahı ustalıkla kullanması. Testere ile kurbanları kovalamaca, büyükbabanın eline çekicin tutturulmaya çalışılması veya absürt olabilecek bir durumu ve görüntüyü tam sınırda tutabilme becerisi ile dikkat çekiyor Hooper’ın çalışması. Düşük bir bütçe ile yakalanan görsel atmosfer (Daniel Pearl) ve efektleri (Dean W. Miller), hikâyeye yakışan usta bir kurgu (J. Larry Carroll ve Sallye Richardson) ile de dikkat çeken film adı hiç geçmese de Vietnam savaşının da gölgesini hissettiriyor seyirciye. 1975’te ABD’nin geri çekilmesi ile sona eren savaşın henüz sürdüğü yılların ürünü olan film Frank karakterinin tekerlekli sandalyeye mahkûm olmasını (savaştan engelli olarak dönenleri hatırlayalım) ve sık sık kendisini utandıran duruma düşürmesini bunu ima etmek için kullanıyor ama bunu diğer imaları (vejetaryenlik, toplumdaki sosyal huzursuzluk, makineleşmenin neden olduğu işsizlik vs.) ile birlikte öne çıkarmadan değerlendiriyor. Sonuç Hooper’ın 1982’de çektiği “Poltergeist” (Kötü Ruh) ile birlikte kariyerinde öne çıkan iki filminden biri oluyor ve sert doğrudanlığı ile ve hikâyesinin alışılmışlığına rağmen bir klasik çıkıyor ortaya.
(“Teksas Katliamı”)