“Adım Şükrü olmuş, Ali olmuş, Veli olmuş; ne çıkar? Halk diye bir şey var ya, ben oyum işte. Sizin yılan dediğiniz insanlar hava gibi her yerdedir. Çoğu ben gibi cahildirler. Birer birer aramak neye yarar onları? Onları da sizin gibi okumuş kimseler sözlerinin doğruluğu ile, bilgileri ile uyarıp yola getirmeli. Yoksa cezalandırmak sureti ile ancak birkaçını…”
Şehirdeki hayatını bırakmak zorunda kalarak bir köyde öğretmenlik yapmaya başlayan bir kadının bürokrasi ve önyargılar ile uğraşırken bir yandan da kişisel mutluluğu aramasının hikâyesi.
Reşat Nuri Güntekin’in ilk kez 1927’de tefrika edilen “Bir Köy Muallimi” adlı oyunundan uyarlandığı söylense de daha çok aynı yazarın 1922 tarihli “Çalıkuşu”nun bir başka versiyonu olarak görünen filmin senaryosunu yazan Turgut Demirağ yönetmenliği de üstlenmiş. 1947’de siyah-beyaz olarak çektiği filmi Demirağ 10 yıl sonra öğretmenin cinsiyetini değiştirerek ve Türkân Şoray ile bu kez renkli olarak yaratmış beyazperdede. Reşat Nuri’nin bir cumhuriyet aydını olarak farklı eserleri ile edebiyatta yarattığı öğretmen karakterlerinden birini sinemaya taşıyan film Demirağ’ın yazardan beslense de ondan epey uzaklaşan, hatta zaman zaman zıt yönlerde mesajları olan bir çalışması olmuş. Sinemacının cumhuriyetin aydınlanma çabasına muhafazakâr bir yönü işaret ettiği çalışma adeta iki ayrı hikâye (bir cumhuriyet aydınının köy macerası ve bir kadının melodram dolu hayatı) anlatıyor ve Demirağ’ın tipik Yeşilçam’dan uzaklaştığı kayda değer anları ile dikkat de çekiyor. Ne var ki önemli problemleri olan yapıt örneğin yine Şoray’ın oynadığı bir başka Reşat Nuri uyarlaması olan “Çalıkuşu”nun (Osman Seden, 1966) oldukça gerisinde kalıyor.
Cumhuriyet’in ilk kuşak aydınlarından biri Reşat Nuri Güntekin. Millî eğitim müfettişi olarak ülkenin pek çok yerinizi gezmiş olmanın sağladığı gözlem imkânlarını çok iyi değerlendirmiş ve eserlerinde halkın gerçeklerini ve sorunlarını anlatmıştı hep. Müfettişlik kariyerinin birikimlerini ülkenin toplumsal ve bireysel meselelerini anlatmakta kullanan yazar edebiyata, tiyatroya ve oralardan da sinemaya, ilgiyi hak eden birden fazla öğretmen karakteri sundu: Feride (“Çalıkuşu”, 1922), Nihal (“Bir Köy Muallimi”, 1927), Şahin (“Yeşil Gece”, 1928), Zehra (“Acımak”, 1928) ve Ömer (“Kan Davası”, 1960). Tüm bu karakterlerin içinde en popüler olanı kuşkusuz Feride oldu ve bunda Osman Seden’in Türkân Şoray’lı uyarlamasının da önemli bir rolü vardı. Mühendislik eğitimi için gittiği ABD’de sinema eğitimi alan, sinemamızın okullu isimlerinden Turgut Demirağ aynı hikâyeyi iki kez uyarladı sinemaya; her ikisinde de kendisinin yazdığı senaryo ile 1947’de siyah-beyaz ve 1967’de renkli olarak. Güntekin’in Cumhuriyet’in değerlerini yayma çabasının izlerini taşıyan eserlerinden yola çıkan Turgut Demirağ’ın ikinci uyarlaması bu çabanın izlerini taşısa da, sinemacının modernliği muhafazakâr bir kılıfla ele alması dikkat çekiyor; açıkçası edebiyatçının ruhuna ters düşen bir yaklaşım bu. Bu yazının girişinde yer alan sözleri söyleyen köylünün ağzından adeta yeni cumhuriyetin temsilcilerine ders veriyor ve yol gösteriyor Demirağ. Bir parça kaba bir benzetme ile söylersek; Güntekin’in Cumhuriyet Halk Partili ruhu Demirağ’ın elinde Demokrat Partili oluvermiş.
Demirağ’ın senaryosu sanki iki ayrı film sunuyor bize. Özellikle ikinci yarısı tipik bir Yeşilçam filmi olmuş; tesadüfler, melodramlar, gerçekçilikle ilgisi olmayan eylem, düşünce ve duygular vasat bir düzeyden ileriye götüremiyor filmi. Buna karşılık “diğer” film sorunlu olsa da bir mesele üzerine fikir yürüten, sosyal içeriği ile oldukça farklı bir yapıt. Ne var ki onu da gereksiz ve hayli uzatılmış çocuk şarkıları ile hem biçim hem içerik yönünden kafası oldukça karışık bir biçimde anlatıyor Demirağ. Hikâyeye bir “The Sound of Music” (Neşeli Günler) havası vermeye neden gerek duymuş yönetmen bilinmez ama söz konusu iki farklı hikâyeden en azından biri ile hiçbir ilgisi yok bu müzikal atmosferinin. Münir Ceyhan’ın çocuk şarkıları, başta herkesin bildiği “Orda Bir Köy Var Uzakta” olmak üzere filmin kendi başına bakıldığında artılarından biri ama çocuk korosunun sesi ile görüntüler arasındaki berbat senkronizasyon ve ağabeyi ile birlikte köyü terk eden çocuk sahnesinde olduğu gibi abartılı ve hayli yapay bir melodratik kullanım oldukça eğreti duruyor ne yazık ki. İlginç bir yaşamı olan ve ne zaman ve nerede öldüğü hakkında bile bilgimizin olmaması değerbilmezliğimizin tipik örneklerinden biri olduğu Ceyhan’ın şarkıları keşke daha uygun bir hikâyede ve sinema dili açısından daha etkli bir şekilde kullanılsaymış.
Demirağ’ın kafa karışıklığının önemli örneklerinden biri açılışta çıkıyor karşımıza. Bir at arabası ile, teftiş yapacağı köye gitmekte olan müfettişin yolunu çeteciler kesiyor bu sahnede; oyunculuklardan diyaloglara mizansenden bu sahnenin hikâyenin tümünden kopukluğuna her yönü ile gereksiz ve başarısız bir sahne bu. Film boyunca da kurgu hatalarından tutarsızlıklara problemler peş peşe seyircinin önüne çıkıyor. Şoray’ın canlandırdığı öğretmen açık havada ders yaptığı öğrencilerine ormanlara zarar veren keçileri anlatırken, arka planda keçileri görüyoruz hemen ardından. Bir komedi tercihi olsaydı bu, eğlendirebilirdi seyirciyi ama burada böyle bir niyet olmayınca sadece rahatsız edici oluyor gördüğümüz. Çeteci sahnesinde olduğu gibi başta mizaha göz kırpan filmin sonradan bu türü tamamen dışlaması da doğru bir seçim olmamış tutarlılık açısından.
Filmin ilk yarısında -önemli problemlerin varlığına rağmen- bir meselenin konu edinilmesi yine de filme değer katıyor. Odasındaki kitaplardan (John Steinbeck’in “Fareler ve İnsanlar”, Şevket Süreyya Aydemir’in “Tek Adam”, Orhan Kemal’in “Müfettişler Müfettişi” vs.) hayata bakışını anlayabildiğimiz öğretmenin devletin kurallarına ve kanunlarına uymayan ama ahlaki açıdan doğru olan eylemleri karşısında, tam bir görev insanı olan müfettişin içine düştüğü ikilem her zaman geçerli olan bir soru üzerinde düşünmeye davet ediyor seyirciyi: Ahlaki olan yasa dışı olduğunda ne yapmalı? Bu sorunun cevabını da müfettişin değerlendirme süreci ve eylemleri üzerinden veriyor film. Her ne kadar senaryo olarak doyurucu bir içerikle yapılmasa da bu, yine de filmi ilginç kılabiliyor. Hikâyenin bir diğer ilginç yanı da tüm kadro içinde en iyi performansı veren Erol Tezeren’in canlandırdığı Ömer karakteri. Bir karşılıksız aşka düşen genç adamı Tezer’in zarif ve güçlü oyunu daha da çekici kılıyor ve filmin farklılıklarından birini oluşturuyor. Filmin tek başrol oyuncusu sayabileceğimiz Şoray gençliği ve güzelliği ile aksamadan işini yapıyor özel bir performans sunmadan. Ekrem rolündeki Kuzey Vargın da üzerine düşeni yapıyor ama doktoru canlandıran Murat Soydan senaryonun karakterine oynayacak bir alan bırakmamasının da sayesinde herhangi bir Yeşilçam hikâyesindeymiş gibi geziniyor sadece.
“Marifet benim kötü adam değil, cahil ve gafil olduğumu anlatmaktı” cümlesi, halktan birinin ağzından çıkması ile Demirağ’ın senaryosunun anlatmak istediğinin iyi bir özeti olabilir. Hikâyede imam karakterinin dönemin Yeşilçam filmlerindekinden farklı bir şekilde çok olumlu olarak çizilmesi, ilgili cümleyi dile getirenin bir halk filozofu edası ile müfettişe sürekli akıl vermesi veya sabah ezanının sağladığı “huzur” görüntüsü herhalde Reşat Nuri’nin kaygılarından oldukça farklı olsa gerek. Öğretmenin tipik bir cumhuriyet aydını olarak köyün eğitim dışındaki sorunları ile de ilgilenmesi vurgulanıyor ama hikâye asıl olarak “tepeden inmeci” bir aydınlanma hareketine eleştirisini net bir şekilde ortaya koyuyor. Doktorun ağzından çıkan “Kardeşini ben değil, Allah kurtardı. Ben sadece yardım ettim” cümlesindeki yaklaşımı ve köyün yakınındaki gölde kamp yapan şehirlilerin alafranga müzik dinleyerek dans etmesini “resmî kıyafet”ler içindeki folklor ekibinin gösterisinin basmasını (hayli tuhaf ve o nedenle de komik bir “mesaj” sahnesi bu) düşününce Demirağ’ın muhafazakârlığı modernliğin vazgeçilmez bir unsuru olarak gördüğü ve göstermeye çalıştığı kendisini çok açık bir şekilde gösteriyor.
Hikâyelerin birinde zeki, kararlı ve gerektiğinde sert olabilen Türkân’ın diğer hikâyede neredeyse aciz bir kadına dönüşüvermesini de tutarsızlıkları arasına ekleyebileceğimiz film çok önemli içerik ve biçim problemlerine rağmen; modernleşme süreci, kültürel ve sosyal değişim, aydınlanmanın toplumda ideal yerleşme yöntemi vb. konularda düşünme ve tartışma ortamı sağlaması ile önemli yine de.