“Kendimi hep zihnimle tanımladım; kullandığım dille; sözlerimle. Ama şimdi sanki kelimeler gözümün önünde sallanıyor ve ben onlara ulaşamıyorum… ve kim olduğumu bilmiyorum”
Alzheimer’a yakalanan bir dilbilim profesörünün yaşadıklarının hikâyesi.
Hastalığın nadir rastlanan ve süratle kötüye giden bir türüne yakalanan bir kadın profesörün hikâyesini anlatan film, aynı zamanda bir nörobilimci olan Lisa Genova’nın aynı adlı romanından Richard Glatzer ve Wash Westmoreland tarafından uyarlanmış sinemaya. Senaryoyu yazan ve yönetmenliği üstlenen ikiliden 2015 yılında ALS’den hayatını kaybeden Glatzer’in çekimler sırasında hastalığı nedeni ile konuşma yeteneğini yitirmiş durumda olması filmin anlattığı trajik hikâyenin gerçek hayattaki karşılığı olmuştu bir bakıma. Profesörü canlandıran Julianne Moore’un Oscar dahil pek çok ödül kazanan performansı filmin en önemli kozu ve adeta (ve doğal olarak) onun üzerine inşa edilen hikâyeyi baştan sona sürüklemeyi başarıyor. Ortalama bir Amerikan filmi ile karşılaştırıldığında -hikâyesinin hayli müsait olmasına rağmen- abartılı bir duygusallıktan çoğunlukla uzak durabilmek gibi bir meziyeti olan filmin yalın anlatımı da dikkat çekiyor. Buna karşılık sinemasal değerler açısından özel bir çekiciliği pek yok açıkçası ve zaman zaman iyi çekilmiş ve oynanmış bir televizyon filmi düzeyinde seyrediyor.
Sonu baştan belli olan bir hikâyesi var filmin. Bu hastalığa yakalanmış bir tanıdığı veya akrabası olan herkesin bildiği zorlu bir süreci anlatan ve finali belli olan bir filmi çekici kılmak o kadar da kolay değil aslında, özellikle de kolay yolu seçip duygusallığa yüklenmezseniz. Bu nedenle filmin hem gerçekçi bir havayı yaratabilmesi hem de seyircinin ilgisini ayakta tutabilmek için çekici olması gereken bir hikâye anlatması gerekiyor. Film bu iki koşulu da sağlıyor açıkçası ve bunun üzerine Julianne Moore’un performansını da eklediğinizde görülmeyi hak edecek bir düzeye de ulaşıyor rahatça. Dilbilim uzmanı olan bir profesörün kelimelere hâkimiyetini de kaybetmesine neden olan bir hastalığa yakalanması doğal olarak çekici bir çıkış noktası ve filmin uyarlandığı romanı yazan Lisa Genova’nın tıptaki uzmanlığına sahip olduğu bir konuda yazmış olması da sağladığı gerçekçilik duygusu ile filme ciddi bir katkı sağlıyor. Evet, bilmediğimiz yeni şeyler söylemiyor konusunda film ama yalın anlatımı ile, çağımızın sıklıkla artan bir trajik hastalığının gelişimini kendinizi hikâyenin parçası olarak hissetmenizi sağlayacak şekilde önünüze getirmeyi başarıyor. Arada gözyaşına engel olamayacağınız bir iki sahne çıkıyor karşınıza ama bu sahneler de kesinlikle sömürüden uzak duruşları ile rahatsız etmiyorlar.
Amerikan sinemasının bu tür hastalıkları hemen her zaman zengin (maddi açıdan zengin, daha açık bir deyişle) karakterlerle anlatmayı tercih etmesi türün özelliklerinden biridir. Burada da aynı hastalığın toplumun yoksul kesiminden bir aile bireyi veya işçi sınıfından birinin üzerinden anlatılmayıp, hali vakti yerinde karakterlerle karşımıza getirilmesi şaşırtıcı değil bu nedenle. Ticari sinemanın benzer bir tercihi toplumun “ötekileştirdikleri” için, örneğin eşcinseller için de yaptığı hep bilinen bir örnektir. İşte bu yüzden “Brokeback Mountain” baş karakterleri eşcinsel olan filmler içinde farklı bir konumda yerini almıştı ve başyapıt düzeyine ulaşmasında bu tercihin de ciddi bir rolü olmuştu. “Still Alice” filmindeki karakter zengin olmasa, zaten rahatsız edici bir hastalık daha da rahatsız edici olacak ve seyirciye “zengin” sahneler sunulamayacaktı elbette. Bu filme özgü olmayan bu tutumu bir kenara koyarak değerlendirmek gerekiyor yapıtı kuşkusuz ve filmin konusuna yaklaşımındaki dürüst tutumunu takdir etmek gerekiyor.
Richard Glatzer ve Wash Westmoreland’ın zarif anlatımları ile üstelik duygusallığı zorlamadan yaratmayı başardıkları etkileyici sahneler de filme keyif katıyor. Örneğin ailenin üç çocuğu ile hastalığın paylaşıldığı sahne kesinlikle çok dürüst bir yaklaşımla çekilmiş ve tam da bu nedenle çok etkileyici. Kadının verdiği bir konferansta söylediği gibi hastalık süreci boyunca hastanın “kaybetme sanatı”nı öğrenmesi ve ustalaşması gerekiyor bu konuda ve elbette belki de en önemli olumsuz sonuçlardan biri olan “kim olduğunu unutma”yı mümkün olduğunca göğüsleyebilmesi. Moore karakterini işte bu konuda çok çarpıcı olmayı da başaran bir ekonomik oyunculukla oynarken seyredeni de etkisi altına alıyor kolayca. Filmin adeta ona Oscar kazandırmak için hazırlanmış görünen sahnelerinin rahatsız edici olmamasında da onun performansının ciddi bir payı var. Senaryonun kendisine oyunculuk alanında bir alan açabildiği diğer tek karakteri oynayan Kristen Stewart’ın başarısını da atlamamak gerekiyor. Senaryosu yeteri kadar ilgi çekici olmasa da ve hatta kimi fırsatları kaçırmış gibi görünse de, yukarıda sıralanan unsurları nedeni ile görülmeyi hak eden bir film bu; televizyon estetiği havası bir sinemasal çarpıcılık vaat edemese de üstelik.
(“Unutma Beni”)