“İçinde bulunduğumuz, eskinin munis dünyası değil. Bir fırsat buldun mu, üzerine atlayacaksın”
Başarılı bir iş adamının oğlu olan kibirli bir genç adamın aşk hayatının neden olduğu trajedinin hikâyesi.
Henüz kırk beş yaşındayken hayatını kaybetmesi nedeni ile sadece on dokuz yıl süren yönetmenlik kariyerine elli bir film sığdıran ve hızlı çalışması ile bilinen Yûzô Kawashima’nın, senaryosunu kendisine “hocam” diye hitap eden ünlü sinemacı Shohei Imamura ile birlikte yazdığı film, gerçek adı Haruhiko Nojiri olan Jirō Osaragi’nin bir romanından uyarlanmış. İkinci Dünya Savaşı’nın travmasını hâlâ yaşayan Japonya’nın, geleneksel kültür ile savaşı kaybeden bir ülke olarak hücumuna uğramaya başladığı Batı’nın kültürel unsurları arasında kaldığı 1950’li yıllarda geçen hikâye tıpkı açılış jeneriği sırasında dinlediğimiz Toshirô Mayuzumi imzalı müzik gibi klasik Hollywood sinemasına yakın duran bir çalışma. Melodrama da kayan bu dram klasik ve sağlam oyunculukları ile hikâyesini özenle anlatan ve ilgiyi hak eden bir sinema yapıtı. Yönetmenin başyapıt olarak da nitelenebilecek en önemli filmleri arasında olmasa da, toplumdaki kültürel çatışmayı ve değişen dünyaya ayak uydurma sırasında yaşadığı zorlukları da odağına alması ile ayrıca önem kazanan bir film bu.
Açılış sahnesinden başlayarak sık sık aynı temaya dönen bir film var karşımızda. Geleneksel Japonya ile savaş sonrasında Batı, özellikle de Amerikan kültürünün etkisine girmeye başlayan Japonya’nın çatışmasını hiç odağından uzaklaştırmıyor film. Hikâye bir cenaze töreni ile başlıyor. Başarılı bir iş adamı ile eşi katıldıkları törende adamın giydiği kıyafet üzerine küçük bir tartışma yaşarlar; kadın adamı yas kıyafeti giymemesi nedeni ile eleştirirken, adam “Artık eskisi gibi değil bu işler” diye cevap veriyor. Ülkenin ve toplumun değiştiğine ve dünyanın farklılaştığına dair pek çok farklı sahnede benzeri konuşmalara tanık oluyoruz. Örneğin baba ile oğlunun para, zina, ahlâk vb. konular üzerinde şiddetli bir tartışma içinde oldukları sahne, yönetmenin mizansen tercihinin de katkısı ile bize iki farklı dünyanın karşı karşıya olduğu bir ânın tanığı olduğumuzu söylüyor. İki adamı ayakta ve yüz yüze gösteriyor bu sahnede Kawashima ve diyaloglar üzerinden de çatışmanın altını çiziyor. Trajik bir olaya genç adam ile ebeveynlerinin ve özellikle babanın verdiği tepkilerin çok zıt olması da yine dünyaların farklılığının bir başka örneği. Finalde babanın tercihi ve kızının mutlu görüntüsünün onun bir geleneksel dansı icra ederken gösteriliyor olması da filmin yitirilmekte olan geleneklerin tarafında durduğunun bir göstergesi olarak değerlendirilebilir.
Hikâye başka çatışmaları da gündemine alıyor: Baba, sahibi ve genel müdürü olduğu fotoğraf makinası şirketinde diğer yöneticilerin ve rakip firmaların itirazına rağmen sendikanın istediğinden bile zam yapmayı planlamaktadır çalışanlarına; bir sahnede, dertlerinin ne olduğu belirtilmese de protestocuları görüyoruz ve yan karakterlerden biri olan bir üniversite öğrencisi de bir protestoya katıldığı için gözaltına alınmıştır; gece kulübü şarkıcısı Fransızca şarkılar söylemekte ve bir karakter kendisini görmeden önce onun yabancı olduğunu sandığını söylemektedir. Hikâye iki farklı karakteri de minnettarlık / nankörlük temalarının farklı örnekleri olarak sunuyor bize: Babanın yıllar önce yanında kaldığı bir aileye gösterdiği yakınlık ile kendisinin yanında kalmış olan bir diğer adamın vefasızlığının da bir çatışma örneği olarak görülmesi gerekiyor. Senaryo karakterleri altlarını kalın çizgilerle çizmese de iyiler ve kötüler olarak ayırıyor bir melodrama ve klasik sinemaya uygun olarak. Baba, kızı, oğlunun sevgilisi ve babanın yıllar önce yanlarında kaldığı ailenin iki çocuğunu ilk gruba; anne, oğlu, gece kulübü sahibi ve şarkıcı kadını ikinci gruba koyabiliriz. Anne karakterinin arada kalmışlığı bir istisna olarak görülebilir ama o da babanın finaldeki tercihinde yanında olmayarak tarafını seçiyor bir bakıma. Hikâye ailenin oğlu ile kızının karakter farklılıklarını da aynı bağlamda kullanıyor ve bir bakıma Tokyo’nun temsil ettiği yeni dünya ile Kyoto’nun sembolü olduğu eski dünyanın tarafları yapıyor onları. Yeni dünyadaki başarı ve güçlü olma hırsını da eleştirisinin konusu yapıyor senaryo ve annenin oğlunun gücünü takdir ederken, kızının “zayıflığı”nı sürekli bir acıma konusu yapmasını yine bu yeni dünyanın bir göstergesi olarak kullanıyor.
Hikâyenin mağduru ve olumlu karakterlerinden biri olan kadının kocasının savaşta ölen bir asker olmasının da milliyetçi yanının bir göstergesi olduğu filme adını veren ve birkaç sahnede hem görsel olarak karşımıza çıkan hem de diyalogların konusu olan balon tesadüfler, kader ve dış faktörlerin etkisi ile sürüklenmenin (irade dışı hareket etmenin) metaforu olarak kullanılmış ama hikâye bu metaforla, varlığını anlamlı ve gerekli kılacak kadar güçlü bir ilişki kuramamış görünüyor. Babayı canlandıran Masayuki Mori ve sevgiliyi oynayan Michiyo Aratama başta olmak üzere tüm oyuncuların üstlerine düşeni sade ve kuvvetli performanslarla yerine getirdikleri film yukarıda sıralanan ve hikâyeyi farklılaştırılan hususlar bir yana bırakılırsa, yeterince orijinal ve güçlü bir etki bırakamıyor seyreden üzerinde ama yine de ilgiyi hak ediyor çeşitli diğer ögeleri ile. Örneğin kendisi de çalışan bir kadın sevgiliye erkeğin her ay bıraktığı “aylık” bir kadını aşağılamanın sinemadaki en doğrudan ve ince örneklerinden biri kesinlikle. Japon toplumun savaş sonrasındaki hızlı değişimine ve sonuçlarına kötümser bir bakış atan film, ülkesi dışında hak ettiği kadar tanınmayan iyi bir sinemacıdan klasik bir sinema dili ile anlatılmış, küçük ve sade hikâyesi ile dikkat çeken ve toplumsal meseleleri kendisine dert edinmesi ile önemli bir sinema yapıtı.
(“The Balloon”)