“Sayın yetkili, saat şu anda 11.40. Eşim hâlâ uyuyor ama onu öldüreceğim. Sonra annemi öldüreceğim. Beni yakalayacaklarını biliyorum ama ben ölene kadar daha çok cinayet olacak”
Artık emekli olmak isteyen bir korku filmleri yıldızı ile nedensiz görünen bir şekilde insanları öldürmeye başlayan genç bir adamın kesişen hikâyeleri.
Senaryosunu Polly Platt ve Peter Bogdanovich’in hikâyelerinden yola çıkarak Bogdanovich’in yazdığı ve yönetmenliğini yine onun üstlendiği bir ABD yapımı. Jenerikte adı geçmese de Samuel Fuller’ın da senaryosuna katkı sağladığı film klasik korku filmlerinin büyük yıldızı Boris Karloff’un kendisine çok yakın bir karakteri canlandırdığı, birbirinden bağımsız şekilde ilerler gibi görünen iki hikâyeyi yeterince ikna edici biçimde bir araya getiremese de özellikle seri katil parçası ile kesinlikle etkileyici bir gerilim yaratmayı başaran bir çalışma. ABD’de silahların serbestçe satılabilmesine karşı bir duruşu olan hikâye sinemanın anlattığı korku / terör hikâyeleri ile gerçek hayatta yaşananların benzerliği / farklılığı üzerine düşünülmesini de sağlayan, düşük bütçeli bir küçük hikâyeyi çekici bir şekilde anlatan ve ilginç sıfatını hak eden bir çalışma.
1966’da Charles Whitman’ın işlediği cinayetlerden esinlenerek çekilen bir film bu. Whitman annesini ve eşini evde bıçaklayarak öldürdükten sonra, Texas Üniversitesi’ndeki yüksek binalardan birinden etrafa gelişigüzel ateş ederek biri anne karnındaki bir bebek olmak üzere on iki kişiyi daha katletmişti. Cinayetleri işlediğinde 25 yaşında olan Whitman sorumlusu olduğu katliamların öncesinde pek çok kez psikiyatristlere gitmiş ve kafasında cinayet işlediğine dair görüntüler olduğunu söylemiş. Bogdanovich ise bu ilk uzun metrajlı sinema filminde katili Bobby Thompson’ı bir seri katil olmaya götürenin ne olduğu ya da süreçle ilgili herhangi bir bilgi vermiyor seyirciye. Sadece hikâyenin başında, işe gitmekte olduğu için acelesi olan eşi ile konuşmaya çalışan Bobby’nin şu sözlerini duyuyoruz: “Bana ne oluyor bilmiyorum, aklıma tuhaf düşünceler geliyor”. Bu sözlerden çok önce planını yapmıştır genç adam ve arabasının bagajını tabanca ve tüfeklerle doldurmuştur. Hikâyesi bu adamınki ile çakışacak olan korku filmleri yıldızı Byron Orlok ise artık film çekmekten yorulmuş, devrinin geçtiğini düşünen ve kendi filmlerindekinin gösterdiği bir gazete manşetindekindeki dehşet hikâyelerinin yanında anlamlı ve önemli olmadığını söyleyen bir oyuncudur. Film başta ve sonda iki kez karşılaştırıyor bu hikâyelerin kahramanlarını ve gazete manşeti aralarında önemli bir ilişki kursa da bu ilişki yeterince doğal görünmüyor. Uzun bir süre iki ayrı hikâye izlediğiniz duygusuna kapılıyorsunuz ve biri diğerinin gerilim atmosferini zedeliyor bu nedenle.
Filmin yürütücü yapımcısı olan, “ucuz” korku filmlerinin yönetmeni Roger Corman’ın 1963 tarihli “The Terror” adlı filminden görüntülerle açılıyor film ve açıkçası hayli uzun uzun gösteriliyor bu yapıt. Tipik bir Corman filmi bu ve tekinsiz sesler çıkaran kuşlar, fırtınalı deniz, karanlık, gök gürültüsü, şimşek, sis ve şato görüntüleri de onun filmlerinden birini seyretmekte olduğumuzu tartışmasız bir şekilde gösteriyor. Finaldeki “açık hava sinemasındaki gala sırasında cinayetler” bölümü filmin en etkileyici anlarını karşımıza getirirken işte o filmin yıldızını seri katille ilk kez yüz yüze getiriyor hikâyemiz. Ebeveynleri ve eşi ile birlikte yaşadıkları evdeki muhafazakâr görünüm (yemekten önce edilen dua, genç adamın babasına sürekli “efendim” diye hitap etmesi, silahlar ve silah dergileri ile vurgulanan düşkünlük, tipik bir Amerikan ailesi görünümü vs.) içinde yaşayan genç adamın hikâyesi filmin asıl çekici yanını oluşturuyor gerilim açısından bakıldığında. Orlok’un hikâyesi ise daha çok Corman filmleri ve Boris Karloff üzerinden yaratılan nostalji ve sinema dünyasının içinden sergiledikleri ile dikkat çekebiliyor. Karloff’un etkileyici bir oyunculukla ve tek plan çekimle hikâye anlattığı sahne örneğin, daha çok onun varlığını kullanma amacına hizmet etmiş görünüyor. Bir sahnede “Criminal Code” adlı 1930 yapımı filmi televizyonda gösterilen Howard Hawks’a övgü, Peter Bogdanovich’in kendisinin canlandırdığı yönetmen karakteri ile yapımcı arasındaki sürtüşmeler vs. gibi unsurlar Hollywood odaklı bir hikâye havasına büründürüyor filmin bu bölümünü.
Başta tüm cinayet sahneleri olmak üzere etkileyici anlar yaratmış Bogdanovich ve halıdaki kan izlerinden yola çıkan kameranın polise bırakılan cinayet notuna ulaştığı çekimde olduğu gibi hikâyesinin atmosferine uygun bir dil kullanmış. 1967’de çekilen ama Martin Luther King Jr. ve Robert F. Kennedy’nin 1968’de suikast sonucu öldürülmelerinden sonra gösterime giren filmde silah karşıtlığını da doğrudan değilse bile, dolaylı olarak ele almış yönetmen. Onca insanı anlamsız bir şekilde ve kolayca öldüren bir katilin silaha bu denli kolay erişebilmesine dikkat çekiyor hikâye yakından bakabilenler için ama öte yandan o dikkat gösterilmezse tam tersi bir etki de yaratabilir. Bu nedenle film, aralarında Quentin Tarantino’nun da bulunduğu farklı isimler tarafından Amerikan toplumunun travmaları ve paranoyaları üzerine bir hikâye anlattığı da söylenerek hayli övülmüş. Aslında iki ana hikâye iyi kaynaştırılamamış olsa da, sinemadaki korku ile gerçek hayattaki korku üzerinden sinemanın gerçeği ne kadar yansıttığını da düşündürüyor seyirciye bu yapıt.
Karloff’un karizması ile etkileyici olduğu filmde, Bogdanovich eğlenceli bir oyunculuk göstermiş (özellikle otel odasında Karloff ile olan sahnesi ve sabah onunla aynı yatakta uyandığında gösterdiği tepki). Kısa sinema kariyerini bu filmden iki yıl sonra bitiren ve henüz 47 yaşında yaşadığı kalp rahatsızlığından hayatını kaybeden, katil rolündeki Tim O’Kelly ise hem sert hem masum görünebilen yüzü ile iyi bir iş çıkarıyor ve karakterinin tehlikeli gençlik masumiyetini çok iyi yansıtıyor bize.
(“Hedefler”)