“Bu ağaç hayatımın bir özeti: Bir tarafı kökleri ile tutunmuş, diğer yanı çökmüş ve çürümekte”
Bir Etiyopyalı doktor üzerinden anlatılan ülkesinin baskı, savaş ve geri kalmışlık hikâyesi.
ABD’de yaşayan Etiyopyalı yönetmen Haile Gerima’nın ülkesini, genel olarak tüm Afrika kıtasını ve siyah derili insanları anlatan filmlerinden biri. 70’li yıllardan başlayarak 80’li yılların sonuna kadar uzanan hikâyede ülkesinin baskı, savaş, katliam ve açlıklarla dolu tarihinin bir özetini yapmış senaryosunu da yazdığı filmde yönetmen Gerima. Filmin asıl ilgi çeken yanı belki de bir ülkenin hikâyesini anlatmaktan çok bir entelektüelin (ve genel olarak tüm entelektüellerin) savunduğu değerler ile gerçekler, peşinde koştuğu devrim ile devrimin sonuçları arasında sıkışıp kalmışlığına odaklanması ve filmi önemli kılan da daha çok bu yanı olmuş.
Sırası ile imparatorluk, İtalyan işgali, imparatorluk, Sovyetler Birliği güdümlü bir cunta ve hayli sancılı bir demokrasi deneyimi yaşayan bir ülkenin tarihinde filmin odaklanabileceği epey konu olsa gerek. Film geriye dönüşlerle 70’lerde imparatorluğun son günlerinde Almanya’da sürgünde olan öğrencilerin ülkelerinde bir devrim yapma hayallerinden bu devrimin askeri bir cuntanın yönetimi ile sonuçlanmasından sonraki hayal kırıklıklarına uzanan hikâyelerini seçmiş kendisine. İlkel gelenekler, inançlar, baskıcı yönetimler ve sefaletlerle iç içe yaşayan bir toplumu değiştirebilmek inancı ile yola çıkan entelektüellerin veya daha doğru bir deyişle entelektüel bir neslin uğrunda çaba harcadıkları halkın kendisi tarafından ret edilmeleri ve hatta yok edilmeleri dünya tarihindeki entelektüel-halk çatışmasının da örneklerinden birini oluşturuyor hikâye boyunca. Devrimi hayal etmek ve sonrası üzerine bir eser olarak da nitelenebilecek film kimi politik tartışmalardan ırkçılığa, kişisel dramlardan inançlara kadar pek çok başlığı da konu ediniyor kendisine uzun süresi boyunca. Bu farklı başlıkları genel olarak dengeli bir biçimde ele aldığı ve hemen her anında ilgiyi ayakta tuttuğu söylenebilir filmin ama aksayan birkaç yanı da var. Öncelikle filmin kahramanın köyünde geçen kimi sahnelerinin filme çok da bir şey katmadığını ve kurguda rahatça çıkarılabilir olduğunu söylemek mümkün. Seyirciye tekrar duygusu vermekten öteye geçemeyen bu sahnelerin yanısıra bazı bölümlerin de yeterince yaratıcı olmadığını eklemek gerek. Örneğin kahramanın yaşadığı travmaların etkisini yaşadığı anlar biraz vasat görünüyor filmin bütünü ile karşılaştırıldığında. Hayli başarılı bir müzik ile birlikte filmin etkili bir görüntü çalışması da var. Afrika’da geçen sahneleri olan bir filmin olmazsa olmaz kareleri olan batan/doğan güneş görüntüleri burada da yerini almış ama bu kaçışı yok görünen (!) kareler bir yana bırakılırsa özellikle Afrika bölümlerinde renk ve ışık tercihlerinin filme çok katkısı olduğu söylenebilir.
Komünist cunta idaresi altındaki özeleştiri bölümü, kısa ama etkileyici suikast sahnesi ve Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonra kahramanımızın ırkçıların saldırısına uğradığı bölüm yönetmenin başarı ile kotardığı kimi anların en çarpıcı örnekleri. Başta Araba E. Johnston Arthur olmak üzere kimi oyuncuların zayıf performanslarının da dikkat çektiği filmde baş roldeki Aaron Arefe yeterli ama çarpıcı olmayan bir oyunculuk vermiş. Özetle dikatik olmayan yaklaşımı, geniş bir konu yelpazesini başarı ile toparlamış olması ama hepsinden de öte demokrasi ve uygarlık kriterlerinde hayli geride kalmış bir ülkenin aydını olmanın sert ve yıldırıcı gerçekleri üzerine gösterdikleri ile ilgiye değer bir film.