The Artist – Michel Hazanavicius (2011)

The_Artist“İnsanlar artık yeni yüzler görmek istiyor, konuşan yüzler”

Sinemaya sesin gelişi ile birlikte kariyeri tehlikeye giren bir yıldızın hikâyesi.

2012 yılında aralarında Oscar ve Altın Küre’nin de olduğu pek çok ödülün sahibi olmuş bir “sessiz” film. Fransız Michel Hazanavicius’un yazdığı ve yönettiği film çok kısa iki sahnesi dışında, konu aldığı döneme ithafen sessiz olarak anlatıyor derdini. Hikâyesi pek orjinal değil (“A Star is Born – Bir Yıldız Doğuyor”dan “Singing in the Rain – Yağmur Altında”ya pek çok filmin anlattığı hikâyelerin bir toplamı denebilir aslında bu film için) belki ama sahip olduğu estetik düzey, görsel gücü, yıldızı canlandıran Jean Dujardin başta olmak üzere oyuncularının güçlü ve doğru oyunculuk tarzları ve sessiz sinemayı başarılı bir şekilde yinelemekle kalmayıp yenilemeyi de başaran biçimi ile kesinlikle etkileyici bir çalışma.

Bilindiği gibi sesli filmler saniyede 24 kare tekniği ile çekilir ve böylece ses ile görüntünün senkronizasyonu sağlanmış olur. Sessiz sinema döneminde ise filmler saniyede on dörtten yirmi dörde kadar değişen kare sayısı ile çekilirdi ve o nedenle de bugün hızlandırılmış gibi görünürler bize. Bu film ise saniyede 22 kare ile tekniği ile çekilmiş o döneme bir saygı olarak. Bu tercih aslında filmin belki de en iyi başardığı şeyin, sessiz sinema tekniklerine ve o dönemin sinemacılarına saygıda kusur etmeden modern bir hava yaratmayı başarabilmesinin de göstergelerinden biri. Ara yazılar ve açılış jeneriğindeki yazı karakterlerinden müzik kullanımına, oyunculuktan kamera kullanımına (örneğin o dönemde zum teknolojisi olmadığı için hiç kullanılmamış bu teknik) film gerçekten takdiri hak eden bir başarı yakalıyor ve adeta sessiz sinemayı günümüz seyircisi için yeniliyor. Hazanavicius’a ait olan senaryo da benzer bir biçimde o dönemde çekilmiş bir filmde yadırganmayacak bir olay örgüsünü getiriyor karşımıza ve bunu yaparken tatlı bir mizahla da zenginleştirdiği bir dramı çekici kılmayı başarıyor. Özetle, “Artist” öncelikle ve özellikle sinema tarihinin bir dönemine ait bir estetiği hem biçimsel öğeleri hem içeriği ile başarılı bir şekilde modernleştiriyor ve keyfi çok bir seyir tecrübesi sunuyor seyredene.

Hollywood kendisine bakan hikâyeler anlatmayı sever ve bu filmleri asgarî bir düzeyi de tutturmuşsa, şu ya da bu şekilde mutlaka ödüllendirilir. Fransa – ABD – Belçika ortak yapımı olarak ve tamamı ile ABD’de çekilen bu film de bu ödüllendirmeden payına düşeni fazlası ile aldı ve sadece Oscar ve Altın Küre ile yetinmeyip, üzerine BAFTA ödülünü de ekledi, diğer irili ufaklı pek çok ödülün yanısıra. Yukarıda belirtilen unsurların yanında, yaşattığı ve hem tatlı hem hüzünlü bir havası olan nostalji duygusunun da ciddi bir katkısı olsa gerek bu ödül yağmurunda. Jean Dujardin’in müthiş bir performansla canlandırdığı yıldızın sinemaya sesin gelmesi ve buna gösterdiği direnç ile hızla düşüşe geçen kariyerinin yarattığı hüzün ve hikâyenin içine ustaca yerleştirilmiş küçük mizah anlarının katkıda bulunduğu nostaljiden etkilenmemek mümkün değil kesinlikle. Bir film çekimindeki sahne tekrarlarından aşık olduğu erkeğin ceketi ile aşk yaşayan kadının sahnesine kadar film samimi hüznü ve komedisi ile sizi avucunun içine alıyor ve pek de bırakmıyor hikâyesi boyunca. Sinema üzerine ve daha da fazlası ile sinemada oyunculuk ve “yıldız olmak” kavramı üzerine de olan hikâyede yönetmenin kimi görsel oyunları da hayli başarılı. Örneğin Orson Welles’in “Citizen Kane – Yurttaş Kane” filmine açık bir gönderme olan, kahvaltılardaki değişim ile bir evliliğin bitişinin anlatılması, adamın kariyeri düşerken ona aşık olan genç bir kadın oyuncunun sinemadaki yükselişinin oynadığı filmlerin afişleri üzerinden dile getirilmesi, sessiz olan filmimizdeki iki sesli sahneden biri olan kâbus sahnesinin kahramanımızın sesi çıkmasa da sesli olarak çekilmesindeki zekâ veya yıldızın kendisinin yönettiği ve kariyerini zirvede tutma çabasının bir ürünü olan filmdeki sembolik kuma gömülme sahnesi Michel Hazanavicius’un yönetmen olarak performansının bu filmde seyrettiği üst düzeyin göstergelerinden birkaçı sadece.

Guillaume Schiffman’ın görüntüleri ve Ludovic Bource’un filme çok yakışan ve yine sessiz sinema döneminin estetiğini yakalayan müziğinin çok değerli katkılar sağladığı filmde Dujardin’e eşlik eden tüm oyuncular çok başarılı ama yükselen kadın yıldız rolündeki Bérénice Bejo özel bir takdiri hak ediyor ve göründüğü her sahnede Dujardin’e gösterdiği uyum ile alkışlanmayı hak ediyor. Sinemaya, sessiz sinemaya, o döneme ve tüm yaratıcılarına, çeşitli filmlerle yaptığı göndermeler (Hitchcock’un “Vertigo” filminin Bernard Herrman’a ait müziği de aynen kullanımış bir sahnede) ile de vurgulanan bir aşk ilânı olarak nitelendirilebilecek olan bu film mutlaka görülmeli.

(“Artist”)

(Visited 237 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir