The Conjuring – James Wan (2013)

“Hem şeytan hem Tanrı gerçektir. Bizim, insanların kaderi hangisinin yolundan gitmeye karar verdiğimize sıkı sıkıya bağlıdır”

Satın aldıkları yeni evlerinde karanlık ruhların musallat olduğu bir ailenin ve yardıma çağırdıkları, doğaüstü güçlerle savaş uzmanı bir çiftin hikâyesi.

Korku ve şiddet dolu filmlerin genç ustası James Wan’ın 2013 tarihli filmi korku türüne çok bir yenilik getirmese de epey beğenilmiş ve ödüller almış bir çalışma. Şiddetin sömürüsünde sınır bilmeyen “Saw – Testere” serisinin bu sömürüden en az nasiplenmesi ile en kayda değer olanı da olan ilk filmi ile büyük beğeni toplayan yönetmenin bu çalışmasının senaryosu ikiz kardeşler Chad Hayes ve Carey Hayes’e ait. Hayes kardeşler senaryoyu Edward Warren Miney ve Lorraine Rita Warren adındaki bir çiftin hayat hikâyelerinden esinlenerek yazmışlar. Sinemaya da iki kez aktarılan (“The Amityville Horror – Kuşku”) Amityville olayının doğaüstü araştırmacıları sahtekârlıkları konusunda epey tartışma yaratmış olsalar da kimilerince de çok sıkı desteklenmişler. Filmimizin yaratıcıları da onların dürüstlükleri konusunda hiçbir soru işareti taşımadan kahramanlıkları ile baş başa bırakmışlar bizleri. Ortaya çıkan sonuç genellikle klasik korku filmlerinden esintiler taşıyan, en temel amacı olan korkutmayı yine genellikle başaran ama öte yandan kimi klişelerden epey nasiplendiği gibi ikinci yarısında da gereksiz bir aksiyona dönüşmesi ile kendi değerini düşüren bir çalışma olmuş.

Bir çiftin çocukları olan beş kızla birlikte bir çiftlik evine yerleşmesi ile başlıyor filmimiz ve daha ilk günlerde evdeki tuhaflıkların da kurbanı olmaya başlıyorlar. Şeytan çıkarma dahil pek çok farklı türdeki vakalarda çalışmışlıkları olan Warren çiftini yardıma çağırıyorlar ve sonrası tahmin edileceği şekilde ilerliyor. Film bir devam filmine göz kırparak biterken (ki 2015 yılında gösterime girmek üzere aynı senarist ve baş oyuncular ile bir devam filminin ön hazırlıkları sürüyor), korku türünden hoşlananlara bir “müşteri tatmini” yaşatmayı da başarıyor açıkçası. Tüm insanların girdiği eve girmemekte direnen köpek gibi masum klişeler bir yana, evin tüm çocuklarının kız olması ve kötü ruhun da (adına şeytan veya başka bir şey de diyebilirsiniz) sonunda evin kadınına musallat olması türün en rahatsız edici klişelerinden birini getiriyor karşımıza. Tüm bu şeytani varlıkların neden hemen hep kadınlara dadandığını ve kötülüklerini neden hep onlarda vücut bularak işlediğini sorgulamadan geçmemek gerekiyor. Sanatta veya burada olduğu gibi zanaatta da, toplumun erkek egemen anlayışının kadını bir şekilde hep “tehlikeli” bir varlık olarak görme kültürünün yansımasını görmek rahatsız edici ama gerçek bir olgu bu. Hikâyenin bu bakışını izlerini sadece beş genç kızda ve annelerinde görmüyoruz; kötücül varlıkla savaşan çiftimizden doğaüstü yetenekleri olan ve o varlıklarla temas kurabilen kadın olanı elbette. Kısacası kadının tekinsizliği filmin her karesinde karşımıza çıkartılıp duruyor. Senaryo rahipten polislere kadar hiçbir karaktere evde olan bitenin doğaüstülüğünü hiç sorgulatmıyor. Cadılar vs. vardır ve varlıkları doğaldır diyor bize hikâye. 1971’de geçen bir hikâyede tüm karakterlerin bu bakışı taşımaları hayli ilginç bir zorlama elbette. Bunun tek istisnası olan bir polis ise tüm hikâyenin en zayıf/komik karakteri olarak resmedilerek cezalandırılıyor sanki.

Hikâyenin bir de dinsel boyutu var sakınılması gereken. Rakip ve Vatikan’ın “anlayışlı” yaklaşımları bir yana, ailenin çocuklarını vaftiz ettirmemiş olması ve kilise ile de pek işlerinin olmaması ciddi bir tereddüt kaynağı oluyor rahip ve evin her tarafına haç yerleştiren savaşçı çiftimiz için. Neyse ki o kadar anlayışlılar ki yardım etmelerine engel olmuyor bu “ahlâksız” durum. Hikâyenin gidişatından ailenin ilk fırsatta bu vaftiz işini halledeceğini ve artık düzenli olarak Pazar günleri kilisenin yolunu tutacağını da kestirmek zor değil zaten. Şeytanın dadandığı kadının kurtuluşuna giden yolun “kutsal aile” kurumundan epey destek almasını da hikâyemizin klişeleri arasına ekleyelim. Unutmadan benzer filmlerin bende hep doğurduğu düşünceyi de belirtmiş olayım: Şeytan çıkarma için iki yetenek gerekiyor; kitabın ilgili bölümlerini bilmek ve şeytan direnirken de pes etmemek. Gerisi zaten senaristlerin ve klişelerin yardımı ile kolayca halloluyor.

Filmin artılarına gelince, orada da uzun bir liste var kesinlikle. Öncelikle iyi anlatılmış, klasik sinemadan taşıdığı esintilerin yanında taze görünmeyi de başaran bir film bu. Şiddet görüntülerini dozunda tutması, efektleri yerli yerinde ve abartmadan kullanması ve filme uygun seçilmiş şarkıları ile de seyircinin ilgisini çekmeyi başarıyor kesinlikle. Evet, film sizi oturduğunuz yerden hoplatacak yöntemlere başvuruyor gerektiğinde ama fiziksel olandan değil duygulara dayanan unsurlardan alıyor asıl korkutma kaynağını ki kaliteli bir korku filminin olmazsa olmazı bu. Gerilimini bilinen/tahmin edilebilecek bir rotadan gitse de yavaş yavaş ve ustalıkla inşa ettiği de söylenmeli filmin. Orijinal müzik çalışması ve çok profesyonelce hazırlanmış ve seyri ayrı bir keyif veren kapanış jeneriği de cabası. Doğaüstü güçleri olan cadı avcısı kadını canlandıran Vera Farmiga ve anne rolündeki Lili Taylor üstlerine düşeni fazlası ile yaparak hikâyenin pürüzsüz akmasını sağlıyorlar. Özetle, türün hayranlarını kesinlikle mutlu edecek ve pek çok Amerikan filminde olduğu gibi “politik”yanlışlarına karşı uyanık olunması şartı ile keyif alınabilecek bir film. Yönetmen Wan’ın 1970’lerin korku filmlerinin atmosferini ustaca taşımayı başardığı film eğlendirmeyi (korkutmayı) vaat ediyor ve bu vaadini de tutuyor.

(“Korku Seansı”)

(Visited 49 times, 2 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir