“Vicdanın her zaman iyi eğitilmiş bir köpek gibiydi. Bir köşeye çekilip sessizce oturmasını söylediğinde, bunu yapardı. Seni tanıdığım günden beri artık o kadar uysal değil. Senin vicdanının izin vermediğini yapmam için bağırıp duruyor bana”
İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanya’dan petrol ithal ettiği için Amerikalılar tarafından kara listeye alınınca, onlar için Nazilere karşı casusluk yapmayı kabul eden İsveçli bir petrol tüccarının hikâyesi.
Alexander Klein’ın aynı adlı romanından uyarlanan, senaryosunu ve yönetmenliğini George Seaton’ın üstlendiği bir ABD yapımı. Gerçek bir karakter olan ABD doğumlu İsveç vatandaşı Eric Erickson’un hayatını anlatan ve kurgudan çok, bir biyografi olan kitaptan yola çıkan Seaton sinema açısından bakıldığında iyi bir hikâye çıkarmış ama ilginç ve gizemli bir adam olan Erickson için kitapta ve dolayısı ile filmde anlatılanların bir kısmı aslında pek de yaşanmamış ki filme asıl heyecan katanlar da onlar. Dış sahnelerinin çekimleri İsveç, Danimarka ve Almanya’da olayların gerçekten yaşandığı (ya da yaşandığının iddia edildiği) yerlerde gerçekleştirilen filmden başrollerdeki William Holden ve Lilli Palmer’ın klasik oyunculuğun izlerini taşıyan sağlam performansları, hikâyeye iyi bir şekilde dağıtılmış gerilim anları ve Seaton’ın klasik sinema dili ortaya seyri keyifli bir eğlencelik çıkarmış.
İsveç göçmenlerin çocuğu olarak 1890’da ABD’de doğan ve o ülkenin vatanadaşı olan Erickson 1924’te İsveç’e göç etmiş ve 1930’ların ortalarında İsveç vatandaşı olmuş. 2. Dünya Savaşı sırasında tarafsız konumunu koruyan ve savaş boyunca Almanya ile petrol ve demir alım satımı başta olmak üzere ticarî ilişkileri sürdüren İsveç bu arada Alman işgali altında bulunan Norveç ve Danimarka’dan gelen mültecilerin ülkelerinin bağımsızlığa kavuşması için verecekleri savaşa eğitim desteği sağlarken, bir yandan istihbarat bilgilerini de paylaşmış onlarla. Savaşın son iki yılında ise topraklarının müttefikler tarafından kullanılmasına da izin veren İsveç’in tarafsız konumu elbette çok dikkat gerektiren bir statü yaratmış ülke için. Hikâye boyunca zaman zaman anlatıcı rolü de üstlenen Erickson’un ifadesine göre, “Lizbon, İstanbul ve diğer tarafsız şehirler gibi, Stockholm de ziyaretçi kisvesi altında gizlenen insanlarla doluydu. Dünyanın dört bir yanından geliyor ve düzinelerce farklı dilde gevezelik ediyorlardı. Bazıları İsveç bilyalı rulmanlarını ve Bofors’un ürettiği silahları almaya gelmişti. Diğerleriyse, sevkiyatların yerine ulaşmasını engellemek için ellerinden geleni yapan casuslardı”. Casusların cirit atması için çok uygun bir ortamı tarif ediyor film burada bize ve George Seaton’ın filmi de bir klasik Hollywood yapıtı olarak bu ortamı keyifli bir şekilde değerlendiriyor.
Gerçek yaşı konusunda yalan söyleyen Erickson 1. Dünya Savaşı sırasında ABD ordusunda istihbarat subayı olarak çalıştığını da iddia etmiş ama bunun da gerçekle hiçbir ilgisi olmadığını biyografisini yazanlar ortaya çıkarmış. Bu gizemli adam hakkında uydurulanların bir kısmı ise Klein’in kitabından ve ondan yola çıkarak çekilen George Seaton filminde çıkmış ortaya ilk kez. Örneğin hayli etkileyici “cezaevi avlusunda infaz”dan bir mezarlıkta Gestapo subayını alt etmeye ve Almanya’dan kaçarken yaşananların hemen tamamına kadar pek çok olayın gerçekle hiçbir ilgisi yok. Benzer şekilde, Lilli Palmer’ın canlandırdığı Marianne Möllendorf karakterinin akıbeti de filmde gösterilenden çok farklı olmuş. Sinema filmlerinin gerçek karakterleri ve olayları sinemanın “gerçekler”i nedeni ile değiştirdiği çok sıklıkla görülen bir durum, özellikle de Hollywood’da. Burada ise gerçeklerden uzaklaşma sadece filmden değil, hatta asıl olarak karakterin gerçek hayattaki yalanlarından ve onun “biyografi”sinden kaynaklanıyor ilginç bir şekilde. Sonuçta bu durum aslında bir yandan da Erickson karakterinin ilginçliğini hatırlatıyor bize ki bu da filmi önemli kılan bir unsur.
William Holden’ın canlandırdığı Erickson karakteri zaman zaman bir anlatıcı olarak olayların öncesini ve kendi hislerini açıklıyor bize. Her zaman çok da gerekli görünmüyor bu açıklamalar ama yine de içerikleri ve seyirciyi ana karakterin ruh hâline yaklaştırmaları sayesinde çok da işlevsiz değiller. Amerikalıların Almanya ile ticaret yaptığı için kara listeye aldığı ve savaş bitince bu listeden çıkarılma sözü karşılığında kendileri için casusluk yapmasını istediği bir iş adamı Erickson. Kendisinden beklenen, serbestçe girip çıkabildiği Almanya’da gözünü ve kulağını açık tutması ve edindiği bilgileri Amerikalılar ile paylaşmasıdır ama elbette işler o kadar kolay olmayacak ve iş adamı kendisini düşündüğünden çok daha büyük tehlikelerin içinde bulacaktır. Özetle kendisine yapılan bir şantajla girmiştir bu casusluk işine ve hikâyede daha sonra yaşanan gelişmeler onun bu işe gönüllü olarak devam etmesini sağlasa da bir mutlak kahraman resmi çizilmemesi film adına olumlu bir puan. Hugh Griffith’in keyifli bir performansla oynadığı, ABD adına çalışan İngiliz adamın soğuk duyarsızlığının -finalde yaptığı jest ile bu olumsuzluk azaltılsa da- sık sık vurgulanması da filme değer katıyor. Erickson’un, durumdan habersiz olan eşinin kendisinin rol gereği Nazi sempatizanı olmasına verdiği tepkiyi “En azından kimin bana güvenmiş olduğunu anladım” cümlesi ile yargılaması ise sadece adamın bencilliği değilmiş ve film de aynı bakış açısına sahipmiş gibi göründüğünden, bu olumlu ögelerin karşısında duruyor ne yazık ki. Onca farklı milletten insanın kendi aralarında bile İngilizce konuştuğu (Çünkü ortalama bir Amerikan seyircisi alt yazı okuyamaz!) filmde en iyi arkadaşı olan Yahudi adamı herkesin içinde aşağılayarak kendisinden uzaklaştıran Erickson’un “Başkalarının sizden nefret etmesi talihsizliktir. Kendinizden nefret etmeniz ise katlanılması mümkün olmayan bir durumdur” ifadesi ise filmin üzerine yeterince gitmeyip aksiyon ile yetinmeyi tercih ettiği bir ikilemi işaret ediyor.
Bir iş adamı olarak sahip olduğu ayrıcalıkları kaybetmemek için casusluğu kabul eden adamla vicdanını kaybetmemek için aynı işe soyunan kadın arasındaki romantizm bu tür filmlerde genelde pek görülmediği kadar sağlam işlenmiş. Bunda senaryonun kadını neredeyse ana karakter kadar önemsemiş olmasının ve Lilli Palmer’ın da sağlam bir performansla onu inançlarının yönlendirdiği bir karakter olarak gerçek kılabilmesinin payı var asıl olarak. Verilen istihbarat ile bombalanan Alman rafinerisinin aynı zamanda 120 çocuğun da ölümüne yol açmış olması Erickson’un “Ama daha fazlasını da kurtardın” yaklaşımı ile kolayca affedilebilecek bir trajedi değildir onun için. Birinin baştan zoraki girdiği ama acımasız bir infaza tanık olduktan sonra isteyerek yaptığı işi, baştan istekli olan ama ölen çocukları gördükten sonra terk etmeye karar veren iki karakterin çatışmasını etkileyici bir dille sergileyen film bu ve benzer yanları ile sıradan bir aksiyon olmanın ötesine geçmeyi başarıyor kolayca.
Her ne kadar gerçek olmasa da ve gerçekleri bu denli çarpıtması rahatsız edici olsa da hayli iyi çekilen cezaevi infazı sahnesi ile göz dolduran film arada Almanların ampuldeki farklılığın anlaşılacağını akıl edememesi ya da Erickson’un mezarlıkta James Bond becerileri sergilemesi gibi inandırıcı olmayan bölümlere de sahip. İçinde değerli nesneler olan parayı elinden kapan küçük Nazi muhbirinin peşinde koşan kahramanımızın yaşadıkları gibi çekici bölümleri olan ve üç farklı Avrupa ülkesinde geçmesine rağmen turistik görüntülerden özenle uzak duran filmde William Holden’ın da sade oyununun hakkını verelim ve karakterinin son bir kez Berlin’e gideyim cümlesinin klişe tanıdıklığının rahatsız etmemesinin bir örneği olduğu gibi, sağladığı inandırıcılıkla hikâyeye renk kattığını ekleyelim son olarak.
(“Sahte Casus”)