“Aziz Francis uzun yıllar boyunca tek başına bir ormanda yaşamış. Bir gece gökte, yanan bir melek görmüş. Uyandığında ise vücudunda yara izleri varmış. Fakat yalnızlık insan zihnine tuhaf şeyler yapabilir. Nihayetinde, psikoza sebep olmuş olabilecek bir göz hastalığından hayatını kaybetmiş”
Issız bir bölgedeki çiftlik evinde eski bir cerrah olan annesi ve sessiz babası ile yaşayan bir kızın eve gelen bir yabancının travmatik bir şekilde etkilediği hayatının hikâyesi.
Nicolas Pesce’nin senaryosunu yazdığı ve yönetmenliğini yaptığı bir ABD filmi. Pesce’nin ilk filmi olan bu siyah-beyaz çalışma eleştirmenlerin genellikle beğenisini toplasa da seyirciler tarafından ya çok beğenilmiş ya da nefret edilmiş. Çoğunluğunu kamera görüntülemese de sert sahneleri olan, Zach Kuperstein’in kendisini sitesinde “Görsel hikâye anlatımına tutkulu” olarak tanımlamasını doğrulayan güçlü görüntüleri ve hem olumlu hem olumsuz anlamda bir rahatsız ediciliği olan hikâyesi ile ilginç bir çalışma bu. Yönetmenin, sonraki filmlerinin -IMDB puanlarını dikkate alarak söylersek- popüler sinema seyircisi nezdinde karşılığını bulamamasının da gösterdiği gibi, meselesini seyirciye yeterince geçirememek gibi bir sorunu olsa da, sadece görselliği ile bile ilgiyi hak ediyor bu yapıtı.
“Zamansız” bir hikâye anlatıyor film. Olayların hangi dönemde geçtiğine dair net bir referans vermiyor bize Nicolas Pesce. Hikâyenin hemen tamamının yaşandığı çiftlik evindeki en teknolojik eşya bir eski tip televizyon; filmin başlarında bu televizyonda bizde de bir zamanlar ilgi ile seyredilen “Bonanza” adlı dizinin ilk kez 1960’ın Mart ayında yayınlanan “The Avenger” adlı bölümünü seyrediyor karakterlerden biri. Öykünün ilerleyen bölümlerinde ise aynı televizyonda William Castle’ın 1959’da çektiği “House on Haunted Hill” adlı korku filmini oynarken görüyoruz. Açılış sahnesinde bir kamyonetin radyosunda çalan “The Murder of the Lawson Family” (1929’da ABD’de yaşanan ve, eşini ve yedi çocuğunu öldürdükten sonra intihar eden Charles Lawson’ın cinayetlerini anlatan bu şarkıyı The Carolina Buddies grubu söylüyor) 1930 yılında kaydedilmiş. Bir dans sahnesine eşlik eden, Portekizli Amália Rodrigues’in söylediği “Naufrágio” şarkısı ise 1970 tarihli. Tüm bu tarihler önemli; çünkü aynı evde başlayıp biten ve birbiri ile örtüşen/benzeşen sahneleri ile hikâye sanki zamanın durduğu bir yerde yaşanıyor. Issızlığın ve yalnızlığın sonsuz göründüğü ve sanki evde yaşayanların bunu özellikle seçtiği filmde Pesce bir katilin “oluşma”sını anlatırken zaman kısıtından bağımsız hareket ederek hikâyesinin ezelî ve ebedî durumunu göstermek istemiş sanki.
Açılış sahnesinden başlayarak Pesce filminin görselliğinin gücünü, kamera açıları ve çerçevelemedeki farklı tercihleri ile gösteriyor bize. Kamyoneti ile giden bir adamı ve onu görünce yola yatan birini gördüğümüz bu sahnede hayli uzaktan görüntülüyor karakterleri kamera ve bir anda hayli yukarıdan bir çekime geçme hareketi ile gerçekten de etkileyici bir hava yakalıyor. Hikâyenin kritik anlarında da kamera -bazen hiç göstermediği- şiddeti seyirciye çok yakında hissettirmeyi başarırken, siyah-beyazın yarattığı nostaljiyi zamanın belirsizliği ile ustaca bir araya getiriyor. Özellikle ilk yarıda ve hikâye dengesini kaybedene kadar Pesce ve görüntü yönetmeni Zach Kuperstein’in işbirliğinin sonucu oldukça parlak. “Anne”, “Baba” ve “Aile” başlıklarını taşıyan üç farklı bölümde anlatılan hikâye bir karakterin yalnızlığına çözüm arayışını, bir “aile” kurmasını ve bunun için de sonuna kadar gitmekten çekinmemesini gösterirken yeterince ikna edici olamamasının sıkıntılarını yaşıyor ikinci yarısında ve geriye görüntüler ve onların, oluşmasına önemli bir katkı sağladığı atmosfer kalıyor asıl olarak.
Portekiz’de göz cerrahı olan anne, sessiz bir duruşu/gizemi olan baba ve küçük kızlarını göstererek başlıyor hikâye. Anne insanlarınkine çok benzediğini söylediği bir inek gözü üzerinde operasyon yaparak gözün işleyişini anlatıyor kızına. Senaryoyu yazarken kendi aile yaşamından başka hususları da alan (örneğin büyükbabası hep Bonanza dizisini seyredermiş televizyonda ve büyükannesi de etleri buzdolabına tıpkı filmdeki gibi paketleyip koyarmış) Pesce’nin kendi annesi de bir göz doktoruymuş ve tıpkı filmdeki gibi gözün anatomisini bir ineğinkini keserek anlatmış çocuğuna. Yönetmen bir yalnızlık ve onunla baş etme hikâyesi olarak tanımlıyor filmini ve en sevdiği insanı kaybeden birinin bununla mücadele için başvurduğu yöntemi anlattığını söylüyor; ne var ki bu kayba, üstelik de oldukça sert bir kayba tanıklık eden bir kişinin kendisinin daha sonra dönüştüğü şeye nasıl ve neden dönüştüğü konusunda ikna edemiyor bizi pek. Yine de filmin başardığı çok önemli bir şey var; kaynağı yalnızlık olan melankoliyi çok iyi geçiriyor bize. Ariel Loh’un sade ama dokunan bir içtenliği olan müziklerinin ve elbette Rodrigues’in söylediği fadonun önemli bir katkı sağladığı bu melankoliyi biz de seyirci olarak derinden hissediyoruz ve böylece o melankoliye neden olan hikâyenin, özellikle ikinci yarısındaki anlam problemlerini bir parça da olsa unutabiliyoruz. Açıkçası “Haklıymışsın, bu harika bir hismiş” yeterince güçlü bir açıklama değil film için. Kaldı ki hikâye, herhalde hiç amaçlanmadığı gibi, “yabancı korkusu” ve “otostopçu korkusu”nu da doğrulayan bir içeriğe sahip.
Pesce ve Connor Sullivan’ın ortak imzasını taşıyan kurgusunun hem sahne geçişlerinde hem de sahnelerin kendi içindeki başarısı ile dikkat çektiği ve irkiltme işlevini güçlü bir biçimde yerine getirdiği film hikâyesi ile tam anlamı ile değil ama görselliği ile hedefini tutturan ilginç bir yapıt, özetle söylemek gerekirse. Görmekte yarar var!