The Killing of a Sacred Deer – Yorgos Lanthimos (2017)

“Hayır, anlamıyorsun. Hepsi hastalanacak ve ölecek. Bob ölecek, Kim ölecek, karın ölecek; anlıyor musun?”

Ünlü bir cerrahın ölen bir hastasının çocuğu yüzünden altüst olan hayatının ve korkunç bir karar vermek zorunda kalmasının hikâyesi.

Kendine özgü sineması ile sinema sanatında farklı bir yer edinen Yunan yönetmen Yorgos Lanthimos’un ABD’ye “transfer” olduktan sonra çektiği ikinci film (ilki 2015 tarihli “The Lobster” olmuştu). Özellikle 2009 yapımı “Kynodontas – Köpek Dişi” ve 2011 yapımı “Alpeis – Alpler” ile çok ayrıksı bir sinema dilinin ve hikâyenin örnekleri olan filmler çeken Lanthimos bu eserlerin gördüğü ilgiden sonra ABD’de çektiği filmlerde bir parça yakın durmayı tercih ediyor ananakım sinemaya. Hem içerik hem dil olarak daha “anlaşılabilir” filmler çekmek Amerikan sineması için çalışıyor olmanın sonucu olan bir uzlaşmayı mı yoksa yönetmenin sinemasında doğal bir değişimi mi işaret ediyor bilmiyorum ama Lanthimos öncekiler ile kıyaslandığında daha normal ama Amerikan sineması için yine de farklı bir film koymuş ortaya. Hikâyesi çok farklı şekillerde yorumlanmaya açık yine Lanthimos’a özgü bir durum olarak ve çok farklı değerlendirmeler ve yorumlar da yapıldı ve yapılıyor bu hikâye hakkında. Bir sanat eserinin sanatçının elinden çıkıp kamuya açıldığı andan itibaren kamuya da ait olduğunu düşünürsek doğal bir durum bu kuşkusuz ve öte yandan hikâye de teşvik ediyor bunu zaten. Seyri zor kimi sahneleri ve seyircisinden de bir entelektüel birikim bekleyen öğeleri ile ortalama bir seyirci için zor bir film bu ama diğer taraftan hikâyesinin doğaüstü öğeleri ile ret edilemeyecek bir çekiciliği de var herkes için. Başrollerdeki Colin Farrell ve Nicole Kidman’ın zor rollerinin altından başarı ile kalktığı ve hikâyeye uygun farklı oyun tarzları ile dikkat çektiği filmde genç oyuncu Barry Keoghan da Martin rolünde parlak bir performans koyuyor ortaya.

Bir Yorgos Lanthimos filmi için “ne anlatıyor?” sorusunu sormak ne derece doğru ya da gerekli bilmiyorum ama bu sorunun cevabı “ne anladıysanız, o” olmalı belki de. Lanthimos bu şimdilik son filminin hikâyesini daha önce de sıklıkla beraber çalıştığı Efthymis Filippou ile birlikte yazmış. Seyrettiğimiz bir adalet hikâyesi olarak nitelenebilir öncelikle kuşkusuz ama bu adalet hukuk sisteminin dışındaki araçlarla gelen ve “ilahi” bir yanı da olan bir adalet belki de. “Bir hayata karşılık bir hayat” talep ediliyor ve alınıyor da hikâyenin sonunda seyirci için gizemli yanı cevapsız bırakılarak. İlahi ifadesi tam olarak bir tanrıyı mı işaret etmeli emin değilim çünkü bu adaleti talep eden ve hatta mümkün kılan da belki de Martin karakteri çünkü. Sağlanan adaletin ve bunu sağlama yolunun doğruluğunu öne sürmüyor hikâye ki açıkçası bunun savunulacak bir yanı da yok zaten çünkü bir masumun hayatı ile ödeniyor bedel.

Rahatsız edici bir film bu ve gerçek bir kalp ameliyatı sahnesinden alınan hayli sert bir görüntü ile açılıyor bu rahatsız ediciliğin ilk örneği olarak. İnsan vücudunun doğanın/Tanrı’nın tasarladığı mükemmel biçimine bir insan müdahalesini gösteren bu sahne, bu müdahaleyi yapan kişinin yaptığı işin izlerini taşıyan kirlenmiş kıyafetlerinden (önlük, eldiven vs.) kurtulması ve bu kıyafetlerin çöpe atılması ile sona eriyor. Yaptıkları işin doğası gereği “tanrısal” bir konumları olan cerrahların hem gücünü hem de sıradan canlılar olan insanlara dokunmaları ile kirlenmelerini gösteriyor belki de Lanthimos bu sahne ile. Daha sonra cerrahın aşırı modern, soğuk ve ultra hijyen görünümü ile bu dünyaya ait değilmiş gibi duran hastanenin çok parlak ışıklarla aydınlatılmış koridorlarında adeta bir Tanrı edası ile yürümesini de bu bağlamda değerlendirmek mümkün. Ne var ki hikâyenin daha sonraki gelişimi kendisini tanrı yerine koyan bu adama bu vasfı taşımadığını hatırlatan bir içeriğe sahip adeta. İşte burada belki de o ilahi adalet devreye giriyor ve hem ona sadece bir insan olduğunu hem de işlediği suçun/günahın cezasını çekmesi gerektiğini hatırlatıyor.

Kamerayı sık sık yumuşak hareketlerle kaydıran Lanthimos’un karakterlerini “Sophie’s Choice – Sophie’nin Seçimi”ndeki gibi bir seçimle karşı karşıya bırakması hikâyeyi bir suçluluk duygusu ve vicdan anlatımına da dönüştürüyor öte yandan. Burada yine tanrısal bir irade devreye giriyor ve baş karakterine duymadığı suçluluğu ve rahatsız olmayan vicdanını anımsatıyor bir bakıma. Ne var ki bu durum ve yukarıda bahsedilen unsurlar filmi bir ahlâk dersi olarak görmemize neden olmalı mı, emin değilim. Aslında belki de ne hissediyorsak onunla yetinmeli ve o kadar da sorgulamamalıyız seyrettiğimizi; çünkü bir sanat eserinin (bir filmin bu örnekte) kendi üzerinde bu kadar konuşulmayı talep eder bir havada olması bir entelektüel narsistlik gösterisi olarak da görülebilir bir noktadan sonra. Bu film o çizgiyi geçiyor mu geçmiyor mu seyircinin kişisel kararına kalmış ama cevabı ne olursa olsun bu sorunun, Lanthimos’un ilgi çekici bir eser ortaya koyduğu gerçeğini değiştirmiyor bu durum.

Filmin adını Euripidies’in “İphigenia Tauris’de” adlı trajedisinden esinlenerek koymuş Lanthimos; bu efsaneyi bilmek elbette hikâyeye entelektüel açıdan bir çekicilik kazandırıyor ama gerek bu göndermeyi gerekse diğer başka pek çok unsuru/sembolü fark edip etmemek çok da önemli değil aslında. Çok da önemli değil; çünkü bir noktadan sonra hikâyenin kendisinden çok bu entelektüel oyunların öne çıkması riski var. Trajedideki ve filmin de adında yer alan geyik sadece feda edileni değil, ailenin kendisini de ima ediyor olabilir örneğin. Çünkü Martin ortaya çıkana kadar kusursuz işliyor gibi görünen aile yapısı bozulmaya başlıyor ve bir bakıma “kutsal aile” çöküyor/öldürülüyor gözlerimizin önünde. Benzer şekilde, karakterlerin seyrettiği “Groundhog Day – Bugün Aslında Dündü” filmindeki “kaderin değiştirilemezliği”ne göndermeyi, buluşulan restoranın adının “Blue Jay – Mavi Alakarga” olmasını ve bu kuşun Afrika kökenli Amerikalıların folkloründe şeytanın hizmetkârı olarak görülmesini ve aynı bağlamda okuldaki bir sahnede haçın şeytanın sembolü olarak baş aşağı durur biçimde gösterilmesini filmin referanslarla dolu içeriğindeki örneklerden sadece birkaçı olarak gösterebiliriz. Tüm bunları fark etmemek çok da bir şey kaçırmanıza neden olmuyor, olmamalı ya da.

Klasik müzik ağırlıklı, etkileyici soundtrack’inin yanında nörolojik muayene sahnesinde olduğu gibi ilginç bir ses çalışması da var filmin. Bu ilginçliğin bir diğer örneği de özellikle Farrell ve Kidman’ın oyunculukları. Zaman zaman karakterlerinin soğuk burjuva hallerine çok uyan bir mekanik performans ile oynuyor ve konuşuyor bu iki yıldız oyuncu. Performans açısından öne çıkan ise farklı yüzü ile rolüne çok iyi uyan ve performansı ile karakterini gerçekçi kılmayı başaran İrlandalı genç oyuncu Barry Keoghan. Karakterinin hüznünü, ilahi adaletin temsilcisi ya da habercisi halini usta bir performansla getiriyor karşımıza genç oyuncu.

Cerrahın kaçınılmaz sonu kabullenerek, tercihini kendisinin ve kurban adaylarının gözlerini kapatarak yapmayı seçtiği sahnenin karamizaha da göz kırpan trajik etkileyiciliği gibi pek çok vurucu sahnesi olan film bir sınıf farkını (ve kavgasını) da ima eden havası ile de ilginç olabilir kimileri için. Martin karakterinin cerrahın evine ilk kez geldiğinde çocukların odasının güzelliğini ve aydınlığını övmesi ve varlığının zengin ve şanslı sınıfa ait ailenin tüm düzenini bozmasını bu açıdan değerlendirmek mümkün çünkü.

Özetle ilginç/tuhaf, farklı okumalara açık, görsel olarak da belli bir gücü olan bir film var karşımızda. Bayılsanız da belli bir mesafeden bakmayı da tercih etseniz, görmekte fayda var bu ilginç filmi. Sonuçta sinemaya yeni bir soluk getiren bir isim Lanthimos ve her çalışması ilgi görmeli, ister takdir etmek ister eleştirmek için olsun. Son bir not olarak, görüntü yönetmeni Thimios Bakatakis’in hiçbir detayı kaçırmayan, aynı anda hem yumuşak hem sert olabilen görüntülerindeki başarısını da övelim bu “inancını yitirmiş” görünen filmin.

(“Kutsal Geyiğin Ölümü”)

(Visited 139 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir