“Kuzu postuna bürünerek yanınıza yaklaşan sahte peygamberlerden sakının”
Bir soygun sonrası saklanan parayı ele geçirmek için soygundan sonra asılan suçlunun ailesine yanaşan bir adamın hikâyesi.
Usta İngiliz oyuncu Charles Laughton’ın kariyerindeki ilk ve tek yönetmenlik denemesi. Çekildiği yıl ne eleştirmenlerin ne seyircinin ilgi gösterdiği film oyuncunun yönetmenlik kariyerini sonlandırırken daha sonra klasiklerin arasına girmiş hatta kült seviyesine ulaşmıştı. Dönemine göre ve özellikle de Amerikan sineması için hayli ayrıksı bir konumu olan film özellikle sessiz sinemanın Alman “dışavurumcu” sinemasından taşıdığı izlerle ve Robert Mitchum’un dönemin diğer yıldızlarının almayacağı bir riski alarak seçtiği oyun tarzındaki ustalığı ile dikkat çekiyor.
Davis Grubb’un çok-satan romanından ünlü senarist James Agee tarafından uyarlanan film ışık-gölge kontrastları, dekor kullanımı, oyunculukları ve genel olarak tüm üslubu ile dışavurumcu Alman sinemasından yoğun izler taşıyan yapısı ile dikkat çekiyor öncelikle. Işığı kullanımı ve diyalogları ile çarpıcı bir tiyatro oyunu havasını da taşıyan film tüm bu atmosferini destekleyen müthiş bir Robert Mitchum oyunculuğuna da sahip. Mitchum tüm saf kötülükleri bünyesinde toplamış görünen ve hem fanatik bir dindar hem de şeytanın kendisi olabilmeyi başaran karakteri hem tüm kötücüllüğü hem de bu kötücüllük ile sarmalanmış mizahı ile çarpıcı bir şekilde canlandırıyor. Yönetmenin mizansen seçimleri de onun bu çarpıcı oyununun altını çiziyor. Örneğin gece sokak lambasının altında durup eve baktığı sahnede, uğursuzluğun yaklaşan siluetini gösteren uzaktan at üzerinde eve yaklaştığı bölümde veya birinin parmaklarının üzerinde “LOVE”, diğerinin ise “HATE” yazdığı elleri ile iyilik ve kötülüğün savaşını canlandırdığı anlarda hem filmin en çarpıcı anlarının yaratılmasına katkıda bulunuyor hem de kendisini de sinema tarihine geçirecek karelerin baş aktörü oluyor. Başka pek çok unutulmaz sahne daha var filmde; evlendiği kadının dindar bir fanatiğe dönüşmesini tetikleyen ve Mitchum’un karakterinin kadınlardan ve cinsellikten nefretini içeren diyaloglarının seslendirildiği bölüm, üslupçu tavır bir parça fazla vurgulanmış olsa da suyun altındaki kadın cesedinin görüntüleri ve açılıştaki uçaktan yapılmış çekimler çok parlak kimi anlarının örnekleri oluyor filmin. Yönetmen bir sahnede görüntüyü hızla küçülterek şaşırtmayı da deniyor seyircisini.
Senaryonun bir hikâyeden çok bilinçli bir tasarımla bir masalı andırdığını da söylemek gerek. Karakterlerin masallara özgü dar kalıplar içinde çizilmesi, özellikle ikinci yarıda sık sık görüntüye gelen örümcekten kurbağaya, baykuştan tavşana hayvan görüntüleri, kötüden kaçmaya çalışan iki çocuğun sığınacak bir anne sıcaklığının peşinde olduğu sahnelerde özellikle görüntüde vurgulanır görünen süt dolu memeleri ile inekler, “şeytandan” kaçan çocukların kaçış aracı olarak babalarının simgesi olarak görünen ve ona ait sandalı kullanmaları ve senaryonun tümünün iyi ile kötü arasındaki savaşı anlatması masal havasını destekliyor ve filmin özetini canavarın pençesindeki iki çocuk olarak yapmayı mümkün kılıyor. Bu masal dinsel fanatizmden ötekilere karşı ön yargılara uzanan konularda hayli eleştirel bir konumu da olan bir masal ve filmin Amerikan sinemasının bu konulardaki duruşu açısından sıradan olmayan parlak tavrının da asıl kaynağı oluyor. Kar altındaki bir noel gününde sona eren film bu kapanışı ile de masallara özgü bir sonun sahibi oluyor.
Çoğunluğu oluşturan kalabalığın duygu ve tepkilerinde nasıl kolayca bir uçtan ötekine savrulacak şekilde etki altında kalabileceğini de gösteren filmin kimi küçük kusurları da var denebilir ama örneğin “şeytanın” evlendiği kadının evililiğin ilk gecesinde kocasının karşılamadığı cinsellik talebinden duyduğu utanç ile birden fanatizmin kucağına düşmesi veya filmdeki kötülük duygusunun etkisini zaman zaman azaltan mizah gibi “kusurlar” aslında filmin masalsı ve dışavurumcu havası içinde ele alınması gereken bilinçli seçimler. Belki de tek temel eleştiri filmin gereksiz olarak uzatılmış görünen son “mutluluk” anları. Her ne kadar masalsı havasının doğal sonucu gibi görünse de bu son dakikalar başta Mitchum’un karakteri olmak üzere kimi farklı araçlar ile inşa edilen kötülüğün dehşet duygusunun izlerini telaşlı bir şekilde örtme çabasını gösteriyor gibi ve bu bağlamda da filmin ticari sinemanın bakışına verdiği tek taviz olarak öne çıkıyor.
Gerisini getirebilir miydi bilinmez ama film sinemanın Charles Laughton’ın kimliğinde iyi bir yönetmeni kaybettiğinin somut bir örneği olarak yedinci sanatın tarihinde yerini almış görünüyor. Tam ve mutlaka görülmesi gerekli bir klasik. Filmin atmosferine hayli uygun şarkılar ve başarılı müziğine ve Stanley Cortez’in filmin dışavurumcu görsel havasını yaratan çarpıcı kamera çalışmasına da dikkat.
(“Caniler Avcısı”)