The Square – Ruben Östlund (2017)

“Bir objeyi bir müzeye koyduğunuzda, bu onu bir sanat eseri yapar mı? Örneğin çantanızı şuraya koysam, bu eylem onu bir sanat eseri yapar mı?”

Stockholm’daki bir modern sanatlar müzesinin yeni bir sergiye hazırlanan baş küratörünün iş hayatındaki ve kişisel yaşamındaki problemlerinin hikâyesi.

2017’de Cannes’da Altın Palmiye’yi kazanan, Ruben Östlund’un yazdığı ve yönettiği bir İsveç, Danimarka, Fransa ve Almanya ortak yapımı. Cannes’daki başarısı kimilerince sürpriz kabul olarak kabul edilen film “Kare” adındaki bir eserin odağında olduğu yeni bir sergiye hazırlanan bir küratörün özel ve iş hayatında yaşadıkları üzerinden modern sanat, toplum içindeki ayrımlar, elit sınıf, politik doğruculuk ve modern toplumun yapısı (ve problemleri) üzerine anlatılan ilginç bir hiciv. Bireysel olanla toplumsal olanın farklılığı ve ilişkileri üzerine düşünmeye çağıran hikâyesi ve Östlund’un bu hikâyeye uygun mizanseni ile ilgiyi hak eden film günümüzün modern toplumları üzerine dikkat çekici gözlemler de içeriyor.

Müze içinde gerçekleştirilen bir röportajın çekimi ile başlıyor film. Müzenin baş küratörü Amerikalı bir kadın gazetecinin sorularını cevaplarken, bu yazının girişinde yer alan sözleri sarf ediyor. Sanatın tanımı ve anlamı özellikle modern sanatla birlikte daha fazla tartışılan bir konu; Türk Dil Kurumu tarafından “Bir duygu, tasarı, güzellik vb.nin anlatımında kullanılan yöntemlerin tamamı veya bu anlatım sonucunda ortaya çıkan üstün yaratıcılık” olarak tanımlanan sanat, klasik dönemde bu tanıma -en azından ilk bakışta- çok daha uygun bir çerçeveye sahipken, modern sanatla birlikte bir parça muğlaklaşıyor bu çerçeve. Gazetecinin kahramanımızın kişisel internet sitesindeki bir yazısındaki ifadeleri açıklamasını istediğinde gerek ilgili ifadeler gerekse adamın verdiği cevabın içeriği bu muğlaklığı doğrulayan bir içeriğe sahip. Burada söz konusu olan “sanatın derinliği”nin “geniş kitlelerin vasatlığı” ile farklılığından çok, modern sanatın toplumsal olandan ve toplumsal politik olandan süratle uzaklaşıp sanatçının bireysel meselelerine kayması temel olarak. Müzede sergilenen eserlerden biri ışıklı bir “You Have Nothing” yazısının altında yer alan ve yirmiye yakın kum / çakıl tepeciğinden oluşan bir enstalasyon. Bu eserin başına gelen bir kaza ve müzenin bunun fark edilmemesi için uyguladığı çözümü düşündüğümüzde bir objeyi sanat eseri yapanın ne olduğu sorusu doğal olarak bizim de aklımıza geliyor. Bu bağlamda, yıllar önce İstanbul Bienali kapsamında Topkapı Sarayı’nın avlusundaki Darphane-i Amire’de düzenlenen bir sergide ziyaretçilerin tanık olduğum -ve benim de bir parçası olduğum- “tereddüt anları” geldi aklıma. Mekânın bir bölümüne açılan girişin hemen sağ tarafında hurda bir arabanın çeşitli parçaları yer alıyordu ve bu bölüme giren herkes bu parçaların da serginin bir parçası olup olmadığı konusunda bir anlık tereddütten sonra, bir yanlışlık yapmamak için “eser”e bakmakla bakmamak arasında bir orta yol seçiyordu. Sonuçta -kum tepecikleri örneğinde olduğu gibi- bu hurda parçaları da üzerlerine yerleştirilen bir ışıklı yazı ile (özellikle de en popüler olan şekli olan bir soru cümlesi ile) bienaldeki eserlerden biri olarak sergilenebilirdi. Östlund’un alaycı yaklaşımı, gazeteci ile küratörün bir konuşması sırasında önünde durdukları bir diğer eserle etkileyici bir örneğini sunuyor bize. Dengede durmaları imkânsız bir şekilde üst üste yığılmış sandalyalerden oluşuyor bu eser ve çeşitli aralıklarla kulağımıza gelen bir ses bu sandalyelerin devrildiğini düşündürüyor ziyaretçilere. Östlund’un hikâyesini özellikle komik olmaya zorlamadan etkileyici bir alaycılık yakaladığı anlardan sadece birisi bu.

Filme adını veren “Kare” adlı eser, “Kare güven ve yardımseverliğin buluştuğu bir tapınaktır. Onun sınırları içinde hepimiz eşit haklara ve yükümlülüklere sahibiz” ifadeleri ile tanımlanıyor yaratıcısı sanatçı tarafından. O da bir modern sanat eseri ve küratörün çocuklarını sergiyi gezdirdiği bir sahnede tanık olduğumuz gibi güvenmek / güvenmemek seçenekleri üzerine kurulu. Evsizleri ve özellikle dilencileri sıklıkla görüntüye getiren film farklı sahnelerde bu konuyu sorguluyor ve sorgulatıyor. Soyulmakla sonuçlanan, bir kadının imdat çığlıkları attığı sahnede yardım etme tereddüdü; kahramanımızın acil bir durumda cep telefonunu kullanma izni istediği yabancılar tarafından ret edilmesi veya bir alışveriş merkezindeki yardım talebini sadece bir dilencinin kabul etmesi “Kare”nin teması ile de ilgili olarak yardımseverlik ve güven açısından bir modern toplum resmi getiriyor önümüze. Östlund İsveç toplumundaki sınıf farklılıklarını ve sınıflararası kopukluğu da -belki zaman zaman bir parça didaktik de olarak- hikâyenin odağına koyuyor yine güven duygusu üzerinden. Çalınan telefon ve cüzdanın, küratörün ve çalışma arkadaşının toplumun o güne kadar pek ilişki kurmadıkları (hatta bir parça çekinerek yaklaştıkları) kesimleri ile yan yana gelmelerine neden olmasını hem bu iletişimsizliği vurgulamak için kullanıyor yönetmen hem de bunun üzerinden (özellikle bir çocuk karakter üzerinden) bir mizah da yakalıyor. Tourette sendromlu bir adamın bir sanatçının katıldığı panelde ortalığı karıştırması İsveçlilerin politik doğruculuğunu, müzede düzenlenen bir etkinliğin elit katılımcılarına açık büfenin menüsünü duyuran aşçının tepkisi elitlerin yapay nezaketini ve daha çarpıcı bir örnek olarak da gala yemeğindeki sert performans sanatın tanımını sorgulatırken Östlund benzeri eğlenceli sahneler sunuyor bize.

Film eleştirisinin kapsamına sadece modern sanat camiasını değil, moden toplumların etik açıdan bir diğer sorunlu alanını oluşturan reklamcıları ve halka ilişkiler faaliyetlerinde bulunanları da alıyor. Müzenin yeni sergisinin tanıtım kampanyası için çağrılan reklam şirketinin viral bir video üzerinden tanıtım yapma planı tam da onların planladığı ve gerçekleşmesini arzu ettikleri gibi sert bir tepki toplayarak beklentiyi fazlası ile karşılıyor. Buradaki etik sorunu çok net bir biçimde ortaya koyuyor film ve içinde bulunduğumuz düzenin dürüstlükten ne kadar uzak olduğunu ve bunda hem “üretenler”in hem “tüketenler”in sorumlu olduğunu hatırlatıyor. Östlund tüm o elit, soğuk ve parlatılmış hayatların da aslında sıradan insanlarınki gibi günlük hayatın gerçekleri ile iç içe olduğunu da gösteriyor bize. Örneğin küratörün iki kızı arasındaki kavga sahnesi elitliğin arkasındaki normalliği gösterirken; yine küratörün bir telefon numarasının yazılı olduğu bir kağıdı bulabilmek için bir gece vakti, yaşadığı apartmanın tüm çöplerinin toplandığı alanda, yağan yağmurun altında araştırma yaptığı sahne birbirinden çok uzak görünen şık yaşamlar ile kirli yaşamların aslında ne kadar dip dibe yaşandıklarını hatırlatıyor.

Sınıf farklılıklarını, sınıflar arasındaki ve özellikle üstten alta doğru olan ön yargıları ve hikâyenin doğrudan politik olduğu tek anda kapitalin kısıtlı sayıda insanda toplanmış olmasını vurgulayan film sondaki özür sahnesine çocukları katarak bir umutla bağlansa da alaycılığının altında bir karamsarlık da barındıran bir çalışma. Başroldeki Danimarkalı oyuncu Claes Bang’in dramatik olanla komik olanı sade bir profesyonellikle buluşturmayı başardığı filmin başında, “modern” bir eser olan “Kare”nin yerleştirilmesi için yerinden kaldırılırken düşüp kırılan bir “klasik” heykeli göstererek sembolik bir giriş yapan yönetmen Ruben Östlund bir önceki filmi “Turist”de olduğu gibi burada da abartılmamış bir provokasyona girişiyor ve alaycılık üzerinden ürettiği mizahı dram ile buluştururken, seyirciyi de provokatif soruları ile baş başa bırakıyor. Günümüz toplumları üzerine iyi çekilmiş, sadeliğin içinde bir şıklık yakalayan, eğlendiren ve düşündüren bir film bu ve görülmeyi kesinlikle hak ediyor.

(“Kare”)

(Visited 95 times, 6 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir