“Vizeniz olmadan New York’a giremezsiniz, pasaportunuz olmadan vize alamazsınız ve bir ülkeniz olmadan pasaport sahibi olamazsınız”
New York’ta havaalanındayken ülkesinde gerçekleşen darbe sonucu pasaportu geçerliliğini yitiren ve bu nedenle havaalanını terk edemeyen Doğu Avrupalı bir adamın hikâyesi.
Gerçek bir olaydan esinlenen ilginç bir fikirden yola çıkan, Tom Hanks’in oyunu ve Steven Spielberg’in hikâye anlatmaktaki ustalığı ile dikkat çeken, set tasarımları hayli başarılı ama sonuçta bir Spielberg filmi ile karşı karşıya olduğumuzu unutmamamızı sağlayacak derecede naifliğin öne çıktığı bir çalışma. İlginç bir temanın nerede ise bir peri masalına dönüştüğü eser, geniş kitlelerin ilgisini çekecek bir içeriğe ve “kendini iyi hisset” atmosferine sahip ve bir parça sarkmış görünse de rahatça ve sıkılmadan izlenebilecek bir film ama bundan daha fazlası da değil kesinlikle.
İranlı Mehran Karimi Nasseri, Şah’a karşı eylemlere karıştığı için çıkartıldığı ülkesinden İngiltere’ye gitmeye çalışırken belgelerini kaybedince Ağustos 1988’den Temmuz 2006’ya kadar Paris’teki Charles de Gaulle havaalanında yaşamış. Onun bu gerçek hikâyesinden esinlenen Andrew Niccol ve Sacha Gervasi hikâyesinden yola çıkarak Gervasi ve Jeff Nahtanson tarafından yazılan senaryo Speilberg’in elinde tam bir “Spielberg filmi”ne dönüşmüş. Hem olumlu hem olumsuz anlamda algılanması gereken bir tanımlama bu “Spielberg filmi” ifadesi: Karşımızdaki akıp giden anlatımı, aksamayan temposu, rahatça takip edilen hikâyesi ve naif yaklaşımı/mesajı ile Spielberg’in elinden çıktığını her anında hissettiren bir çalışma. Havaalanında yaşamak zorunda kalmak dramatik, hatta trajik bir hikâye yaratabilirmiş ve film de bu havada başlıyor zaten. Kaldı ki esinlendiği gerçek hikâyede kahramanın sonu hiç de iyi olmamış ama böyle bir “olumsuzluk” Spielberg’e uygun değil elbette. Bu nedenle filmde romantizmi de içine alan ve finali ile tam Amerikan usulü bir gözyaşı (elbette mutluluk dolu göz yaşları bunlar) ve umut vaat eden bir hikâye var ve hakkını teslim etmek gerek ki Speilberg de çok iyi anlatıyor hikayesini. Ne var ki onun ustalığı, bir parça geriye çekilip bakıldığında filmin naiflikten boğulacak bir havası olduğunu görmeye engel olamıyor. Bu Amerikanvari naifliği sanırım en iyi biçimde şu cümle ile ifade edebiliriz: Finale doğru bir sahnede tüm havaalanı çalışanları kahramanımızla birlikte bir kutlama yaparken, her an bir yerlerden “Oh, say! can you see” ile başlayan bir melodiyi, kısacası ABD millî marşını duyacak gibi hissediyorsunuz. İçinde bulunulan trajik durumun bir komedi filminin konusu olmasında bir sakınca yok elbette ama hikayenin her öğesinin bu kadar yumuşatılması ve Yeşilçam’ın klişe“dayanışan mahalleliler” düzeyine indirgenmesi de görmemezlikten gelinecek gibi değil. Benzer hikâyeleri Frank Capra anlatmıştı zaten yıllar önce ve bu “2000’lerde Capra” örneğine ne kadar ihtiyaç olduğu da tartışılır.
Tom Hanks’in komediye hayli uygun bir oyunculukla karakterinin her ruh halini başarı ile yansıttığı ve havaalanı yöneticisi rolündeki Stanley Tucci ile işçi rolündeki Diego Luna’nın ve Rus yolcu rolündeki Valery Nikolaev’in ona keyifle eşlik ettikleri film belki de en çok seti ile ilgi çekiyor. Düsseldorf havaalanının iç tasarımından ilham alınarak tasarlanan setler kesinlikle çok başarılı ve Spielberg (ve kim bilir sayısı kaç olan yardımcıları) setin geniş mekanlarında kalabalık kadroları ustalıklı bir koreografi ile yönetmişler. Havaalanının tüm o kalabalığını, karmaşasını ve gürültüsünü birebir hissettiriyor size film. Komedinin -neyse ki- kabalaşmadan kullanıldığı film, bu devasa sette kimi hayli esprilerin de katkısı ile eğlendiriyor da seyredeni. Bu esprilerin “beklenmedik” olması ve sözden çok duruma ve özellikle hareketlere dayalı olması da doğru bir seçim olmuş: Elma ile patlatılan patates cipsi poşeti veya kahramanımızın bir yolcuya bavulunu kapaması için yardım etmeye çalışırken neden olduğu problem gibi anlar o an içinde gelişlerini hissettirmemeleri nedeni ile kesinlikle güldürüyor seyredeni. Buna karşılık kahramanımızın filmde olmasa da olur romantizm hikayesini de destekleyecek şekilde fazlası ile becerikli ve zeki olarak çizilmesi doğru bir tercih olarak durmuyor.
Filmin sponsorlarının kimler olduğunu anlamanızı garanti edecek kadar ve hayli rahatsız edici bir dozda “ürün yerleştirme” yapılmış hikâye boyunca ki Hollywood ölçülerinde bile fazla bu doz. Filmin nerede ise her karesine sinen marka isimleri ve kameranın hep bu isimleri gözümüze sokacak şekilde yerleştirilmesi gerçekten can sıkıcı Spielberg düzeyindeki bir yönetmenin filmi için ama Hollywood bu! Bu düzenin ustası Spielberg’in hemen tamamı terminal içinde geçen ve aksiyon türünde olmayan bir hikayeden bu denli dinamik bir sonuç çıkarabilmesi ve aslında bir parça kısaltılabilirmiş gibi görünse de her anının bir şekilde ilgiyi ayakta tutmayı başarması ile de ilgiyi hak eden filmin -tekrara düşecek olsak da söylemek gerekiyor ki- ABD’yi seven bir naif ruhlu yönetmenden taşıdığı izler de kimileri için can sıkıcı olabilir. Sonuçta Holywood’un pek çok kez tekrarladığı bir mesajı var filmin: ABD’de problemler olabilir ama sistem (ve insanlar) özünde iyi olduğu için her sorun çözülür bu ideal ülkede. Son olarak, filmin kahramanının pek çok kişinin de ifade ettiği gibi aslında Spielberg’in yeni “E.T.”si gibi göründüğünü ve tıpkı onun gibi kendini insanların arasında ve yalnız olarak bulan bir “uzaylı” olduğunu söylemekte yarar var.
(“Terminal”)