“Adım Tracey Berkowitz. On beş yaşındayım. Kendinden nefret eden sıradan bir kızım”
Kaybolan küçük kardeşini arayan ve kendi hayatı da sorunlu olan bir genç kızın hikâyesi.
Daha çok televizyon için çalışan Kanadalı sinemacı Bruce Mc Donald’ın bu filmi hemen hemen tüm süresi boyunca “split screen” (aynı anda perdede birden fazla ve çoğunlukla eş zamanlı görüntülerin kullanılması) tekniği ile hikâyesini anlatan ve bu tekniği nedeni ile de seyircisini zaman zaman zorlayan ödüllü bir çalışma. Sorunlu ebeveynleri, onun ihmali sonucu kaybolan ve kendisini köpek zanneden küçük kardeşi ve kendi psikolojik sorunları ile hayli zor bir hayatın içindeki bu genç kızın büyüme hikâyesi kimi anları ile hayli etkileyici ama deneyselliğinde bir parça ileri gitmiş görünen bir havaya sahip.
Aynı yıl rol aldığı bol ödüllü “Juno” filmindeki gibi burada da Ellen Page başı hayatının her alanında dertte olan ve karşılaştığı sorunlar gücünün çok üzerinde olan bir genç kızı canlandırıyor. Page’in filmin hemen her karesinde göründüğünü (aynı anda perdede birden fazla görüntü olduğunu da unutmadan) düşününce sanatçının işi hayli zor ama rolünün altından büyük bir ustalık ile kalkmış açıkçası. Karakterinin yaşadıklarını, korkularını, umutlarını ve çabalarını kimi zaman “split screen” tekniğinin performansını takip etmesini zorlaştırmasına rağmen çarpıcı bir duyarlılık ile geçiriyor seyirciye. Genç kızın büyüme sancıları çektiği dönemde ruhunun parçalanmışlığının altını çizen “split screen” tekniği filmin kimi anlarında hayli etkileyici görüntülerin ortaya çıkmasına da imkân tanıyor. Örneğin genç kızın psikiyatristi ile görüşme sahneleri hem bu tekniğin kullanımı hem de parlak beyaz ağırlıklı ve yalıtılmışlığın altını başarılı bir şekilde çizen görüntüleri ile hayli etkileyici. Yönetmen hikâye boyunca görüntüleri çoğaltıyor, parçalıyor, üst üste bindiriyor, tekrarlıyor ve kimi oldukça kısa süren bu görüntüler ile seyirciyi de anlattığı karakterin kafa karşıklığına ortak ediyor. Bu ortak etme çabasının bir diğer kaynağı da Page’in zaman zaman doğrudan filmi seyredene hitap ettiği sahneler. Yine de yönetmenin bu çabasının seyirci tarafında da bir karşılık gerektirdiğini belirtmek gerek. Karşımıza gelen ve bazen ”sağanak” kelimesi ile tanımlanabilecek görüntüler, zaman zaman gerçek ile rüyanın birbirine karıştığı ve bir gerçeği tespit etmekten çok, karakterinin bu gerçeklik ile ilgili algılarını göstermeyi hedefleyen görüntüler ve kronolojik sıranın da sık sık göz ardı edilmesi ile seyircinin çabasını da gerekli kılıyor.
Filmin temel bir eksikliği ise karakterleri olarak görünüyor. Belki hikâye bu karakterleri genç kızın algısının filtresinden geçirerek aktarıyor bize ama tercih edilen deneysel yaklaşım bir kenara bırakılırsa tüm bu karakterler fazlası ile tipik ve örneğin bir televizyon filminde rastlanabilecek türden. Burada psikiyatrist karakterini bir istisna olarak belirtmek gerek. Julian Richings’in çarpıcı bir performans gösterdiği bu travesti psikiyatrist, filmin en başarılı sahnelerinin parçası oluyor ve işte özellikle bu sahnelerde perdedeki görüntü sağanağının sakinleşmesi, filmin deneyselliğinde bir parça kendisini tutabilse karşımıza çok daha etkileyici bir çalışma olarak çıkabileceğinin de kanıtı oluyor. Bu yorucu ama etkileyici filmde Broken Social Scene grubunun hikâyeye katkıda bulunan müziklerinin de hakkını vermek gerekiyor.
(“Tracy’nin Yaşamından Kesitler”)