“Bir fabrikada çalışıyordum geceleri. O beyaz şeyi o zaman gördüm. Etrafta koşturuyordu. Onu sadece ben görüyordum. Sarı gözleri vardı. İnsanlara anlatmaya başladım ama bana inanmadılar”
Daha önce hiç görmedikleri ve annelerinin de on beş yıldır hiç konuşmadığı büyükanne ve büyükbabalarını görmeye giden iki çocuğun hikâyesi.
Üçüncü yönetmenlik çalışması olan 1999 yapımı “The Sixth Sense – Altıncı His” ile dünya çapında bir başarı kazanan ve sürprizli filmlerin en bilinen örneklerinden birine imza atan M. Night Shyamalan’ın sonraki çalışmaları bu filmin formülünü tekrarlasa da benzer bir büyük ilgi yaratmadı genel olarak ve hatta son filmlerinde stüdyoların/yapımcıların müdahalesinden sıklıkla şikayet etti yönetmen. Bu kez öncekilerle kıyaslandığında düşük bir bütçe ile çalışan ve âdeti olduğu üzere senaryoyu da yazan Shyamalan tam bir kontrole sahip olmuş film üzerinde; dolayısı ile filmin tüm sevap ve günahlarının da sahibi diyebiliriz kendisi için. Yine bir sürprizi var filmin ve gerilim/korku öğelerine mizah da katan bir hikâyesi. Kimilerinin hem komedisini hem de gerilimini başarılı bularak beğendiği film, kimileri için de ikisi arasında kalmışlığı ile daha çok “vasatın üzerinde bir eğlencelik” olmaktan öteye geçemedi. “The Blair Witch Project – Blair Cadısı” filminin bir moda haline dönüştürdüğü sahte belgesel tavrını benimsemiş Shyamalan ve tüm filmi çocukların kameralarından çekilen görüntülerle oluşturmuş. Bu biçim tercihi yeni bir hava taşımamasının yanısıra, zaman zaman inandırıcılık sorunlarına da yol açmış görünüyor. Komedi ile korkunun ne kadar iyi kaynaştığı ise tartışmalı ve film bu nedenle ne yeterince eğlenceli ne de yeterince korkutucu olabilmiş görünüyor. Yine de bu bir Shyamalan filmi ve kendisini her anında olmasa da ilgi ile izletmeyi beceriyor; sürprizi ise yeterince beklenmedik olmasa da hikâyeye renk katıyor.
Çocuklardan büyük olanı sinemacı olmaya niyetli ve kardeşi ile yapacakları gezinin de belgeselini çekmeye kararlı on beş yaşındaki bir kız. Hikâyenin büyük kısmı onun kamerasından bize yansıyan görüntülerle anlatılıyor. Aynada kendisine bakmama takıntısı olan bu kızın kardeşi ise on üç yaşında ve mikrop takıntısı olan, doğaçlama sözlerle rap yapan bir oğlan. Annelerinin, şimdi ziyarete gittikleri evi terk ederek ve ebeveynlerinin karşı çıkmasına rağmen evlendiği babaları tarafından terk edilmesi ikisinin de hayatında bir travma yaratmış gibi görünüyor. Her iki kardeş de yaşlarına göre olgun ve bir parça da çok bilmişler (sevimli çocuklar imajı yaratmaya çalışmamış Shyamalan ve açıkçası da doğru bir iş yapmış bu tercihi ile). Bir haftalığına geldikleri evde kısa bir süre sonra büyük anne ve büyük babalarının tuhaf ve korkutucu davranışları ile karşılaşıyor çocuklar. Gerçeğin ne olduğunu anlamaya çalışmak ve sürprizini keşfetmek seyirciyi oyalıyor hikâye boyunca. Sonuçta bu bir Shyamalan filmi ve süprizi olmadan olmaz!
Belki de filmi yönetmenin hedefi açısından değerlendirmek en doğrusu: Eğlenceli olmayı amaçlayan bir film bu ve evet eğlendiriyor. Korkutuculuğu için bu yargıda bulunmak biraz daha zor açıkçası. Özellikle son bölümleri ile “pek de ince/derin olmayan bir Stephen King romanı” havası veren film, gerilim türünün pek çok klişesini de rahatsız edici olmayan bir biçimde ve zaman zaman da dalga geçerek kullanıyor ve bu da filme keyif katıyor. Ne olup bittiğini anlayana kadar, yaşlılık ve sonuçları üzerine olduğunu ve hatta yaşlıların ürkünç olduğunu öne süren ve bunun altını da çizen bir hikâye ile karşı karşıya olduğunu düşüneceğiniz hikâye, gerçek ortaya çıkınca biçim değiştiriyor ama bu düşüncenin bir parça da olsa izi kalıyor yine de üzerinizde. Bunu da filmin başarısı olarak görmek mümkün elbette.
Genç oyuncuları canlandıran Olivia DeJonge ve Ed Oxenbould üzerlerine düşeni hakkı ile yerine getirmişler. Karakterlerini Shyamalan nasıl düşünmüşse aynen o şekilde karşımıza getirmiş gibi görünüyorlar: Zekî, eğlenceli ve ukala karakterler bunlar ve iki oyuncu da sevimli olma tuzağına düşmeden yapmışlar işlerini. Yaşlı karı kocayı oynayan Deanna Dunagan ve Peter McRobbie de izlediğimiz masalın kötü karakterlerini (canavarlarını bir başka şekilde söylersek) başarılı biçimde oynamışlar. Evet, bir masal bu: Kendi başlarına (her ne kadar annelerinin izni ile olsa da) yolculuğa çıkan iki çocuğu ve yolda değil ama yolculuğun sonunda başlarına gelenleri anlatıyor hikâye. Bir masaldan daha fazla ciddiye alınmayı beklenmeyen (ve zaten gerekmeyen) eser, filmde büyük annenin de anlattığı türden bir masal daha çok ve Shyamalan da yazdığı ve yönettiği bu filmde tüm masallarda olduğu gibi mutlu bir sona bağlıyor anlattığını ve kahramanları da travmaları ile yüzleşiyor ve aşıyorlar onları. Bize de eğlenmek düşüyor filmi seyrederken ama hemen ardından da kaçınılmaz olarak unutmak olan biteni. Hatırlamaktan korktuğumuz için değil bu, hatırlamaya değecek pek bir şey olmadığı için daha çok.
(“Ziyaret”)