“Evren bize hayatı katlanılabilir kılan üç şey verdi: umut, şakalar ve köpekler. Ama köpekler en önemli olanı”
Dört deve ve bir köpek ile, Avustralya’da 3.000 km. uzunluğundaki bir çölü geçerek Hint Okyanusu’na ulaşan bir kadının hikâyesi.
Avustralya’lı Robyn Davidson’ın bu gerçek hikâyesi onun çok satanlar listesine giren ve film ile aynı adı taşıyan anı kitabından uyarlanmış sinemaya. Bu olağanüstü yürüyüşe sponsor olan National Geographic’te yayınlanan makalenin gördüğü ilgi üzerine yazılan kitabı zaman zaman belgesele yakın bir havada ve anlaşılan kitabın dili ile uyarlamış senarist Marion Nelson ve yönetmen John Curran. Çöl geçişi boyunca yakalanan müthiş görüntüleri, doğa ve insan uyumu/uyumsuzluğu üzerine düşündürdükleri ve yerli halkın (Aborjinler) kültürüne gösterdiği saygı dolu davranışı ile ilgiyi hak eden film, başroldeki Mia Wasikowska’nın başarısı ile de dikkat çekiyor. Belki belgesel havasının da etkisi ile bir parça heyecan/gerilim eksikliği yaşayan/yaşatan filmin bolca yer verdiği ve kadının çocukluğundan görüntülere tanık olduğumuz “flashback”leri hikâyenin ayrılmaz bir parçası yapamadığını ve belki de daha önemlisi, kadını yolculuğa sürükleyen dürtüleri yeterince izah edemediğini söylemek gerekiyor.
Davidson’un dokuz ay süren yürüyüşünü yolculuk boyunca kendisi ile zaman zaman buluşan National Geographic fotoğrafçısı Rick Smolan fotoğraflamış. Kapanış jeneriğinde tanık olduğumuz bu fotoğraflar (ki filme ilham verdiği belirtiliyor bu fotoğrafların) hem filme zarif bir kapanış sağlıyor hem de seyrettiğimiz hikâyenin gerçekliğini bir kez daha hissettiriyor. Oldukça zorlu bir yolculuk bu ve film bize kahramanımızın bu yolculuğa çıkış nedenini yeterince iyi anlatamasa da belgesel tadı ile siz de hissediyorsunuz tüm zorlukları. Tam burada şunu da eklemek gerekiyor ki film bir türlü bir “heyecan” yaratamıyor seyredene; çölün sıcaklığına rağmen yeterince ısıtamıyor seyirciyi kendisine. Bunda belgesel havasının yanısıra senaryonun da payı var sanırım. Çöl yürüyüşü boyunca kadının yaşadıkları (pusulanın veya develerin kaybolması, kum fırtınası, bir ailenin evinde geçirilen kısa bir keyif anı vs.) sanki kitaptaki ilgili bölüm hikâyenin bütünselliği veya akışı düşünülmeden perdeye aktarılmış gibi duruyor ve böyle olunca da bölümlerin bu adeta bağımsız havası hikâyenin sürükleyiciliğini olumsuz yönde etkiliyor. Yönetmen John Curran’ın sık sık flashback’lerle kadının annesini kaybettiği zamana geri dönerek bize tam olarak ne demek istediğini anlamak da biraz zor açıkçası. Bir trajedi yaşamış kahramanımız ama bunun çıktığı yolculuk ile bir bağlantısı kurulmuyor (ve muhtemelen de yok) ve tanık olduğumuz kadının hayatı değil, onun yolculuğunun hikâyesi olduğuna göre tüm bu sahnelerin anlamlı bir işlevi yok gibi görünüyor.
Garth Stevenson’ın hikâyeye yakışan ama çölün sessizliğine aykırı düşecek kadar her boşlukta ve bolca kullanılan müziği eşliğinde anlatılan hikâyenin Robyn Davidson’ın doğaya, hayvanlara, etnik kültürlere bakışını yeterince doyurucu olmasa da yansıtabildiğini söylemek gerekiyor. Bunu yaparken, filmin gereksiz ve yapay bir egzotizm tuzağına düşmemesini ve objesi olan insanları ve kültürleri sömürmemesi de takdiri hak ediyor. Bu bağlamda çöldeki vahşi develerle karşılaşma ve “yapmak zorunda olunanı” yapma sahnesinin yalın ve gerçekçi havası ile kesinlikle hayli etkileyici olduğunu söylemek gerekiyor. 1977 Nisan ayında başlayan ve dokuz ay boyunca süren yolculukta “tamamen kendi başına kalmak” isteyen kadının aslında çok da yalnız olmadığına da (aborjinlerden alınan rehberlik desteği, aralarında duygusal bir bağ da gelişen fotoğrafçının farklı destekleri, ıssız bir yerdeki evlerinde konaklanan yaşlı bir karı koca vs.) tanık olduğumuz hikâyenin görüntüleri filme zaman zaman -gerçekten ihtiyacı varmış gibi görünen- bir dinamizm kazandırma gibi bir işlevi de yerine getirmiş. Mandy Walker imzalı görüntü yönetimi belki arada çarpıcılığın peşine düşüyor ama genel olarak yolculuğu ve çölü hissetmekte seyirciye yardımı olan en önemli öğesi filmin. Başroldeki Mia Wasikowska senaryonun yardımını her zaman alamasa da hem soğuk hem sert, hem yalnızlığı isteyen ama yolculuğunun bir noktasında yalnızlıktan mutsuz da olan karakterini gerçekçilikten hiç ayrılmadan karşımıza getiriyor ve fiziksel ve ruhsal boyutları olan rolünü her iki açıdan aynı derecede başarı ile canlandırıyor.
Robyn Davidson kitabını ve John Curran da filmi Doris Lessing’in kadınların özgürlüğü temasını da içeren “The Golden Notebook” adlı kitabından alınan bir cümle ile açıyor: “Anna çölü geçmek zorunda olduğunu biliyordu”. Davidson’un cesaret gerektiren bu uzun yolculuğunun Avustralya’da feminizm hareketlerinin hızlandığı bir döneme denk geldiğini de düşünürsek, filmdeki kadın bağımsızlığı ve özgürlüğü havasını anlamlandırmak daha kolay oluyor. Tek başına ve gerekçesini de izah etme gereği duymadan çıktığı bu yolculuk boyunca yaşadıkları ile, kadının erkeğin “iktidarı” altında olmadan ve kendi başına yapabileceklerinin bir kanııtını göstermeye soyunduğunu söylemek mümkün belki de. Bu tema ile kontrast yaratan ise bir yaşlı Aborjin’in “kadınların kesinlikle yapmaması gerekir” diyerek kahramanımızın bir eylemine engel olması ve hatta kadının da daha sonraki bir sahnede bunu hatırlayarak kendisini tutması oluyor ama film bunun üzerinde nedense hiç durmuyor. Oysa modern toplumun kadını kısıtlayan yanlarından bir kaçış olarak da düşünülecek bir yolculukta karşılaşılan bir kadim kültür kısıtlaması hayli çekici bir zıtlık yaratabilirmiş film için.
Wasikowska’nın hemen her karesinde göründüğü ve doğal olarak damgasını vurduğu filmde yaşlı bir Aborjin’i canlandıran Rolley Mintuma’nın da küçük rolündeki doğallığı ile dikkat çektiğini, John Curran’ın klasik sinema dilinin ve kurguyu üstlenen Alexandre di Francesci’nin çalışmasının hikâyeye bir zarafet kattığını da ekleyelim ve insanlardan sıkılan kadının bu macerasının asıl çekiciliğine televizyon filmi havasında ilerleyen ilk bölümlerinden sonra kavuştuğunu söyleyelim son olarak.
(“Çöldeki İzler”)