L’âge Atomique – Héléna Klotz : Festivallerin herhalde en güzel taraflarından biri yeni yönetmenler ve onların yeni sinema dilleri ile tanışmak olmalı. Fransız yönetmen Klotz bu ilk uzun metrajlı filminde iki gencin bir gece boyunca Paris’teki küçük maceralarını ve sohbetlerini anlatıyor. Etkileyici bir görüntü yönetimi tümü gece karanlığında geçen filme ayrı bir keyif katarken, film gençlik, arkadaşlık, aşk ve arzular üzerine oldukça genç ve taze bir sinema dili ile aktarıyor söylediklerini. Her ikisi de ilk sinema filminde oynayan Eliott Paquet ve Dominik Wojcik doğallıkları ile dikkat çekerken, yönetmen zaman zaman ortam seslerini kapatarak veya görüntüdeki karakterleri bulundukları ortamdan soyutlayan bir kamera ve filtre kullanımı ile kayıtsız kalınamayacak bir estetiğe erişiyor. Yönetmenin kardeşi olan Ulysse Klotz’a ait olan orijinal müzikler dahil olmak üzere filmin müzik bandı da hayli etkileyici. Çağdaş sinemaya uygun bir şiirsellik içinde akan hikâyesi ile film tümü ile başarılı ama baş karakterlerden birinin diğerine aşkını itiraf ettiği sahnede bu itiraftan hemen sonraki sessiz anları için bile görmek gereken bir çalışma bu. Bu sessizlik filmin somut ile soyut arasında yumuşak bir şekilde gidip gelen kırılganlık atmosferininin de çok iyi bir göstergesi.
(“Atomic Age” – “Atom çağı”)
Low Tide – Roberto Minervini : Genç yönetmen Minervi’nin ikinci sinema filmi olan çalışma, belgesele yakın tarzı ile “hayatta kalmaya çalışan” iki karakterin, 12 yaşındaki bir çocuğun ve annesinin birkaç gününü anlatıyor. İki amatör oyuncunun (Daniel Blanchard ve Melissa McKinney) adeta kendi hayatlarının filme alınmasına izin vermişlercesine bir doğallık taşıyan performansları zaman zaman nefesleri durduracak kadar başarılı. Kendi başına büyümek zorunda kalan çocuğun hikâyesine sanki filmin yaratıcıları hiçbir müdahelede bulunmamış gibi hissediyorsunuz film boyunca. Çocuğun filmde kendi kendine eğlenerek de olsa gülümsediği tek bir sahnenin olduğu düşünüldüğünde final fazlası ile iyimser görünebilir belki ama filmin adının da altını çizdiği gibi hayat med ve cezirlerden ibaret. Modern dünyadaki yalnızlıkların, parçalanmışlıkların ve mutsuzlukların objektif bir bakış ile anlatılan bu hikâyesi sevginin nereye gittiğini cevabını vermese de sorgulatıyor ve insan doğasına güvenimizi yitirememeliyiz diyor sanki.
(“Med Cezir”)