“Yalnız mısın? Bırakayım mı seni gideceğin yere?”
Yalnız erkekleri baştan çıkararak “ortadan kaldıran” gizemli bir kadının hikâyesi.
Michael Faber’in aynı adlı romanından uyarlanan senaryosunu Walter Campbell ve Jonathan Glazer’in birlikte yazdığı ve Glazer’in yönettiği bir film. Etkileyici gerilim ve bilim kurgu öğeleri, başroldeki Scarlett Johannsson’un pek çok anlamda zor bir rolün altından ustalıkla kalkması ve üzerinde yorum yapmaya açık ve bunu teşvik eden hikâyesi ile hayli ilginç bir film bu. Amatör oyuncuların da yer aldığı ve bu oyuncuların pek çok sahnesinin gizli kamera ile ve onlardan önceden izin alınmadan çekildiği filmde kurulması başarılan atmosfer kesinlikle takdiri hak ediyor. Kadının ve “motosikletliler”in aslında kim olduklarının, daha doğrusu neyin sembolü olduklarının hikâyeye kattığı gizemi ile de önemli bir çalışma bu ama öte yandan bu gizem bir kenara bırakıldığında filmin bir süre sonra tekrara düştüğünü ve daha kısa sürede anlatılabilecek bir hikâyeyi uzattığını da söylemek gerekiyor.
Kimilerinin feminist bir manifesto olarak gördüğü, bazılarının ise toplumda “öteki” olmak (hatta kimilerine göre mülteci olmak) üzerine bir derdi olduğunu iddia ettiği hikâyedeki kadının dünyaya gelmiş ve inceleme yapan bir uzaylı ekibin parçası olduğuna veya uzaylı olmaktan çok, İskoçya, İrlanda ve İzlanda efsanelerinde yer alan Selkie adında mitolojik bir karakterin sembolü olduğuna kadar hakkında geniş bir yelpazeye dağılan yorumlar yapılan bir film karşımızdaki. Açıkçası hikâye belki de bunların tümü; bu bir karmaşaya neden olan bir durum olmadığı gibi filmin bu karmaşa üzerinden yapay bir ilgi yaratmaya soyunduğu da söylenemez kesinlikle. Aksine, Glazer’ın filmi finalde de koruduğu gizemi ile görsel yönden çok değerli ve tedirgin edici (son bölümleri ile de hüzünlü) bir sonuç elde etmeye çalışmış ve bunu da başarmış kesinlikle. Kadının karanlıkta sokakta avladığı yalnız erkekler “gerçek” hayatta sokakta yalnız dolaşan kadınların başına gelenleri anlatan eserlerin tam tersi istikamette bir hikâye anlatarak “feminist” bir söylem takınıyor kuşkusuz veya tıpkı efsanedeki mitolojik karakter gibi erkekleri baştan çıkarıyor kadın ama film herhangi bir anında doğrudan bunların hiçbirini işaret etmiyor. Sonuç olarak filmi, gizemli bir hikâyeyi buna çok uygun bir sinema dili, görsel çalışma ve ses kurgusu ile anlatan bir çalışma olarak değerlendirmek yapılacak en doğru şey olarak görünüyor.
Mica Levi’nin ödül kazanan, tuhaf ve tedirginlik dolu bir atmosfer yaratan ve gizeme de işitsel bir katkı sağlayan müziği ve hem doğal hem yapay seslerin ilginç bir biçimde kurgulanmasından oluşan ses çalışması filmin işitsel alanda hayli üst düzeylerde seyretmesini sağlamış çoğunlukla. Daniel Landin’in görüntüleri de aynı başarıyı görsel alanda yakalıyor ve hikâye ile uyumlu bir görüntü çalışmasının nasıl olması gerektiği konusunda bir ders niteliği taşıyor adeta. Kameranın İskoçya’nın görsel imkânlarından akıllıca yararlanması, karşımıza getirdiği hikâyenin bir parça uzamış olmasının (filmi yarıladığımızda kadın hâlâ sokaklarda “avlanmak”la meşgul olmaya devam ediyor örneğin) neden olduğu problemin olumsuz etkilerini de azaltıyor. Ve elbette tüm bunlara ek olarak bir Scarlett Johannsson gerçeği var ortada. Oyuncu, belki de sinema tarihinin en doğal “çıplak”lığını sergilediği oyunculuğunu gizemli karakterinin hizmetine vermiş ve adeta ondan başka kimsenin tekrarlayamayacağı bir sonuç koymuş ortaya. Peruğu ve kırmızı rujlu dudakları ile bir yandan yapay görünmeyi ama öte yandan çok da çekici bir “güzellik” yaratmayı başarıyor oyunu ile ve başarısız bir performansın çok rahatsız edeceği bir kendini keşfetme ve sorgulama sürecini ikna edici kılmayı başarıyor. Gizem konusunda bir ipucu verilmeden geçen süresi boyunca oluşabilecek ve açıkçası da zaman zaman oluşan “belirsizliğin yarattığı sıkıntı”yı hafifleten en önemli öğelerden biri de o oluyor oyunculuğu ile.
Sadeliğine rağmen etkileyici olmayı başaran bu “bilim kurgu” filminin hem bu kadar bu dünyaya hem de aynı ölçüde bir başka dünyaya ait görünmeyi başarması da bu çalışmayı görmeyi keyifli bir eylem kılıyor kuşkusuz. Buna karşılık filmin belki de kaçırdığı bir fırsat var: Gizli kamera ile çekilen ve gerçek karakterlerle olan sahneler, bu karakterleri ve dolayısı ile hikâyenin içinde geçtiği toplumu tanımamız ile hemen hiç ilgilenmiyor ve bu nedenle de, yukarıda sözü edilen “ötekileşmeyi ve ötekileri anlatmak” konusunu teğet geçiyor. Oysa buradan çok iyi hikâyeler yakalayabilirmiş Glazer.
(“Derinin Altında”)