Visages Villages – JR / Agnès Varda (2017)

“Aslına bakarsanız, JR en büyük arzumu yerine getiriyor: Yeni yüzlerle tanışmak ve fotoğraflarını çekmek, hafızamdaki boşluklara düşüp kaybolmasınlar diye”

Sinemacı Agnès Varda ve fotoğraf sanatçısı JR’ın sıradan insanların fotoğraflarını çekmek ve dev boyutlarda bastırdıkları bu fotoğrafları çok büyük dış yüzeylere asmak için Fransa’nın kırsal bölgelerinde çıktıkları yolculuğun hikâyesi.

Varda ve JR’ın birlikte yazdığı ve yönettiği belgesel her ikisi de görsel sanatlarda usta olan, biri genç biri yaşlı iki usta sanatçının iş birliğinin çarpıcı bir sonucu. Bir yol filmi olarak da tanımlanabilecek olan yapıt, sıradan insanları dev boyuttaki fotoğrafları ile öyküsünün ana kahramanları yaparken, iki sanatçı arasında gelişen dostluğun da dozunu artırdığı sıcaklığı ve samimiyeti ile büyülüyor seyircisini. O tarihte 89 yaşında olan Varda ile 34 (yaşı da kesin değil sanatçının ve o sırada 31 olduğu da söyleniyor) yaşındaki JR’ın ortaklığının bu müthiş sonucu sadece belgeselseverleri değil, kurgu öyküleri tercih edenlerin de ilgisini çekecek; nostaljik, hüzünlü, hümanist, lirik ve güçlü bir başyapıt.

Şapkasını ve güneş gözlüklerini hiç çıkarmayan ve gerçek adı Jean-René olan (soyadı bilinmiyor) usta fotoğrafçı JR dev boyuttaki siyah-beyaz fotoğraflarını, “dünyanın en büyük sanat galerisi olarak” tanımladığı sokaklarda sergileyen bir isim. “Inside Out” adını verdiği herkese açık ve yedi kıtaya yayılan proje ile “dünyayı değiştirmeyi” amaçlayan sanatçının bu çalışması kapsamında, “sıradan insanlar”ın dev posterleri süsledi dünyanın pek çok köşesini. Bu filmde birlikte çalıştıkları, sinemanın alçak gönüllü dev ismi Varda ise sinemacılık kariyerinden önceki asıl ilgi alanı fotoğrafçılık olan ve bu tutkusunu film çekmeye başladıktan sonra da sürdüren bir sanatçıydı. Kariyerinin son örneklerinden biri olan bu belgeselde Varda yine mükemmel bir sonuç koyuyuyor ortaya ve hem yüzünüze bir gülücük yerleştirebilen hem de sizden birkaç gözyaşı alabilen dürüst ve samimi bir yapıt üretiyor. Seyri keyifli ve hüzünlü, dili klasik ve modern ve aynı anda hem belgesel hem de kurgu (tüm o insan öyküleri ve Varda’nın anıları sayesinde) olabilen, kesinlikle görülmesi gerekli bir film bu.

Hollandalı Oerd Van Cuijlenborg’un imzasını taşıyan sevimli bir animasyonla başlayan ve benzer bir animasyonla sona eren filmi “crowdsourcing” (kitle kaynak kullanımı) denen yöntemle topladığı yaklaşık 55 bin Euro’yu da kullanarak çekmiş Varda ve kapanış jeneriğinde, filme destek sağlayan 600’den fazla kişinin adını tek tek listelemiş. Toplanan bu tutar filmin toplam bütçesi içinde küçük kalsa da, Varda ve JR için çok motive edici olmuş ve Varda mutluluğunu “Bize enerji ve inanç getirdiler” sözü ile ifade etmiş. Ne kadar usta bir isim olursa olsun sanatçıların yaratma sürecinde boğuşmak zorunda kaldıkları finansal sıkıntıların bir göstergesi olan bu durum öte yandan filmin ruhuna da oldukça uygun; çünkü tıpkı JR’ın “Inside Out” projesi gibi, o projenin bir parçası sayılabilecek bu film de “insanlar için yapılan, insana insanı anlatan”bir çalışma kesinlikle.

Varda ve JR’ın“nasıl tanıştıklarını (ya da tanışmadıklarını)” anlatan ve 89 yaşındaki Varda’yı bir gece kulübünde dans ederken görme şansını da veren hınzır bir bölümle açılan ve her iki sanatçının zaman zaman “anlatıcı ses” rolünü de üstlendiği filmin başında onalrın birbirlerinin eserleri hakkındaki düşüncelerini öğreniyoruz: JR, Varda için “Filmlerinden bazı görüntüler asla aklımdan çıkmadı. Cléo’nun yüzü, Los Angeles’ta çektiğin “Murs Murs”. O filmdeki devasa duvar resimleri beni çok etkilemişti” derken, Varda’nın 1962 tarihli “Cléo de 5 à 7” (Cléo Beşten Yediye) filminde baş karakteri oynayan Corinne Marchand’ın filmden unutulmaz bir görüntüsü ve ikinci filmden de çok kısa bir sahne geliyor karşımıza. Bu göndermeler seyredeceğimiz yapıtın sinefiller için ek bir çekiciliği olacağının da ilk göstergesi ve bu referansların farklı örnekleri film boyunca karşımıza çıkıyor. Bunlardan biri, Varda’nın birlikte yaptıkları yolculuk boyunca JR’a çıkarmasını söyleyip durduğu güneş gözlükleri üzerinden Jean-Luc Godard’a bağlanıyor ve 2022’de ötanazi ile yaşamına son veren sinemanın bu büyük ismini Varda daha sonra pek çok kez parçası yapıyor hikâyesinin. Varda’dan JR için duyacağımız ilk sözler ise şöyle: “Trenle giderken pencereden baktığımda su depolarının üzerine yerleştirdiğin gözleri görmek çok hoşuma gitmişti. Panthéon’daki binlerce yüzle beni kendine hayran bırakmıştın…”. Bu ve devamındaki sözleri JR’ın adı geçen eserlerinin görüntüleri eşliğinde dinliyoruz.

Yan yüzeylerinin birinde dev bir objektif fotoğrafı kaplı olan minibüsle çıktıkları keyifli yolculuğa bizi de ortak etmeyi başarıyor iki sanatçı ve Fransa’nın farklı ve ilginç kırsal mekânlarında bizi de gezdiriyor; ama burada mekânlar kadar, orada yaşayan insanlar da hak ettikleri ilgiyi görüyorlar onlardan. Sıradan insanların minibüsün içindeki bir kabine girip, birkaç saniye sonra dev fotoğraflarını ellerinde tutarak yaşadıkları mutluluk ve şaşkınlıklarının öyküsünü eğlencesi de eksik olmayan bir dil ile anlatıyor film. Filmografisinin tüm örneklerinde kendisini gösteren sevgi ve sıcaklığı burada da çıkarıyor karşımıza Varda ve gerek halkla olan sohbetlerinde, gerekse JR ile ikili sohbetlerinde (ve çekişmelerinde) başınızı omzuna dayamayı şiddetle arzu edeceğiniz bir büyükanne profili çiziyor. Havre Limanı’na geldiklerinde, soundtrack’te çalan gitar eşliğinde “Le Port du Havre” adlı halk şarkısını söylerken veya minibüste giderlerken radyoda çalan “Ring My Bell” (Anita Ward) adlı disko şarkısına bağıra çağıra eşlik ederken göreceğimiz bir babaanne burada Varda. Sanatçı yaşı nedeni ile sık sık kendisine takılan JR’la oluşturduğu ikiliyi “Bilge büyükanne ve esprili genç” olarak tanımlıyor bunu destekleyecek şekilde.

Filmin sıradan insanların, halkın yanında durduğunu ve odağının onların öyküleri ve varlıkları olduğunu gösteren pek çok bölüm var filmde. Artık yıkım kararı alınan eski madenci evleri ve oradan ayrılmamakta direnen bir kadının öyküsü onun ve maden işçilerinin anılarını o işçilere “dev” bir saygı gösterisi yaparak anlatıyor örneğin. Bu bölümde kendi dev fotoğrafını evinin ön yüzünü tamamen kaplayan bir şekilde gören o kadına yapılan sürpriz ve kadının mutluluk yaşları filmin en etkileyici anlarından biri olsa gerek. Bu bölümün geçtiği mekânın ilginçliğini başka örneklerde de görüyoruz. İnşaat sırasında yarım bırakılarak terk edilen evlerin bulunduğu bölge bunlardan biri ve iki sanatçı bu hayalet şehri ziyarete gelenlerin yardımı ile şehre yaşam bağışlıyorlar bir bakıma. Bir başka örnek ise, İkinci Dünya Savaşı sırasında Fransa’yı işgal ettikleri dönemde Alman ordusunun sahildeki falezler üzerine inşa ettiği betondan dev korugan. Zamanla tahrip olan ve yarattığı risk nedeni ile sahile planlı bir şekilde düşürülen bu koruganı da fotoğrafları için bir zemin olarak değerlendiriyor iki sanatçı ve çok kısa bir ömrü olacağını bildikleri güçlü bir enstalasyon yaratıyorlar.

Filmin çekici yanlarından biri de Varda’nın kişisel geçmişi ile gezi boyunca ziyaret edilen yerler, karşılaşılan insanlar ve objelerle ilgili ilişkilerin ortaya çıkması. Örneğin sahip olduğu bir kartpostaldaki fotoğrafın orijinalini bir evin duvarında asılı görüyor sanatçı. Yukarıda adı geçen falez bölümünde, onun 1954’te orada çektiği ve çok bilinen bir fotoğrafı da hatırlamamızı sağlıyor film; yönetmenin 1982 tarihli kısa belgeseli “Ulysse”nin odağında yer alan bu ünlü fotoğrafta deniz kenarında ve sırtı bize dönük bir halde ayakta duran bir çıplak adam, yanında yerde ve yüzü bize dönük oturan bir çocuk ve ön planda da falezden düşen bir ölü keçiyi görürüz. Varda’nın yine 1954 tarihli bir başka fotoğrafı ile de buluşmasını sağlıyor film; kendisi de ünlü bir fotoğrafçı olan Guy Bourdin’i bir evin yıkıntıları içinde çıplak olarak çektiği fotoğraf bu ve filmin yaratıcıları 1991’de hayatını kaybeden bu sanatçının yaşadığı yeri de ziyaret ediyorlar ve Varda’nın yine Bourdin’i model olarak kullandığı bir fotoğrafı faleze düşürülen beton koruganın üzerine yerleştiriyorlar. İki ayrı ziyaretleri daha var JR ve Varda’nın filmde; bunların ilkinde çok küçük bir mezarlıkta yer alan iki Fransız fotoğrafçının mezarları başında görüyoruz onları: Martine Franck ve Henri Cartier-Bresson. Mezarlığın yarattığı hüznü ölüm ve ölüm korkusu hakkındaki kısa sohbetleri ile dağıtıyorlar ama diğer ziyaretin neden olduğu için aynı şeyi söylemek zor: Varda’nın çok eski bir dostu olan ama bir süredir iletişiminin kesildiği Jean-Luc Godard’ı görmek için İsviçre’ye gidiyor ikili; bu ziyarette Varda’nın yaşadığı hayal kırıklığı o derece büyük ki ona sarılıp teselli etmek için güçlü bir arzu duyacaksınız muhtemelen.

“Murs Murs” ve “Cléo de 5 à 7” dışında iki film daha anılıyor bu belgeselde ama farklı şekillerde gerçekleştiriliyor bu anma: Luis Buñuel’in 1929 tarihli sessiz filmi “Un Chien Andalou”nun (Bir Endülüs Köpeği) sadece adı geçiyor Varda’nın göz rahatsızlığı ile ilgili bir sahnede; Jean-Luc Godard’ın 1964 yapımı “Bande à Part” (Çete) adlı filmi ise, kült olan “Louvre Müzesini en kısa sürede gezme” sahnesi JR ve Varda tarafından yeniden yaratılarak anılıyor. Elbette sinema bağlamında konuşunca, Varda’nın eşi de olan ünlü sinemacı Jacques Demy’i de atlamamalı; yönetmen birkaç sahnede Varda’nın anıları aracılığı ile çıkıyor seyircinin karşısına ki bunlardan biri, yukarıda anılan Godard’ı ziyaret sahnesi oluyor ve Varda, Demy’nin “acımasız bir oyuna alet edilmesi”’ yüzünden derin bir hayal kırıklığı yaşıyor.

Matthieu Chedid imzalı zarif müziklerin filmin nostaljik, yalın, hınzır ve hüzünlü havasını güçlü bir biçimde desteklediği yapıtın görüntüleri de (Romain Le Bonniec, Claire Duguet, Nicolas Guicheteau, Valentin Vignet, Raphaël Minnesota, Roberto de Angelis ve Julia Fabry çekmişler farklı mekânlardaki sahneleri) oldukça başarılı; hep sade ve belli bir temasal bütünlüğü taşıyan görüntüler bunlar. İki sanatçının hemen hep bir suya (deniz, nehir, göl vs.) bakarak ve sırtları bize dönük olarak yaptıkları sohbetlerin tamamında üzerinde özenle düşünülmüş bir güzellik var örneğin. Bu sohbetler genellikle yolculuk boyunca karşılaşılan insanlar ve onların dinledikleri / tanık oldukları öyküleri etrafında dönüyor veya iki dostun birbirlerine takılmasından ileri geçmiyor ama filmin içeriğine yakışan tam da buymuş gerçekten; onların yolculuklarını halkın fotoğraflarını çekmek ve onları dinlemek üzerine inşa etmesi gibi, sohbetler de entelektüel havadan uzak tutulmuşlar özenle. Ne var ki bu durum filmin öyküsünün içine kimi önemli meselelerin doğal bir biçimde yerleştirilebildiği gerçeğinin de üzerini örtmemeli. Örneğin liman işçileri ile çalıştıkları bölümde, JR ve Varda konteynerler üzerine işçilerin eşlerinin fotoğraflarını yerleştiriyor ve sözü kadınlara vererek feminist bir söyleme göz kırpıyorlar; bunu bir “erkek ortamı” olan liman bölgesinde yapmaları ayrıca değerli elbette. Bunun dışında maden işçileri ile ilgili bölüm, dev fotoğrafın bir kasabada yarattığı “turistik ilgi”nin sorgulanması, tüm yaşamı çalışmakla geçmiş bir adamın emekli olmadan önceki son gününde yaşadığı boşluk hissi veya yaşadığımız düzenin bizi “daha fazla, daha hızlı” üretmeye zorlayarak doğal olandan uzaklaştırması gibi farklı meseleler üzerinden bir iz bırakmayı da başarıyor Varda ve JR.

Her insanın kendine özel bir hikâyesi olduğunu hatırlatan; Varda’nın ifadesi ile söylersek, “Her yüz bir hikâye anlatır” üzerine kurulu film yukarıda bahsi geçenler dışında pek çok etkileyici ânı (Eski bir aşkın nesiller sonra, yaşandığı evin duvarında yeniden hayat bulması veya Varda’nın derin mutsuzluğunu giderebilmek için JR’ın “Senin için ne yapabilirim?” demesi gibi) olan ve insan sevgisi dolu bir yapıt bu. Sight & Sound dergisinin farklı ülkelerden 164 eleştirmenin katıldığı oylamasında 2018’in en iyi 18. Filmi seçilen yapıtı mutlaka görmeli ve Varda’yı (ve onun bu filmde andıklarını) özlem ve sevgi ile hatırlamalı. Sinema, fotoğraf, sanat, anılar ve insanlar üzerine başarılı bir belgesel.

(“Faces Places” – “Mekânlar ve Yüzler”)

(Visited 7 times, 4 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir