“Tamam, kaldırdım kollarımı. Kelepçe yok, kelepçe yok! Gaziyim ben. Tamam, gelmeyin üstüme. Kaldırdım işte ellerimi, gelmeyin lan üstüme. Kulağımı verdim ben, madalyam var benim! Tamam, tamam, yaklaşmayın. Yaklaşmayın lan, gaziyim lan ben. Savaştım lan ben, savaştım ben. Gaziyim…”
Askerliklerini Doğu’da PKK ile çatışan bir birlikte yapan ve sivil hayata fiziksel ve ruhsal yaralarla dönen biri Göremeli, diğeri İstanbullu iki genç adamın hikâyesi.
Uğur Yücel’in yazdığı ve yönettiği bir film. 2014’te Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde film, senaryo ve yönetmen dalları da dahil olmak üzere toplam 11 dalda ödül alan film Yücel’in ilk yönetmenlik çalışması olarak da önemli olan ve sinemamızın hem dil hem içerik açısından etkileyici ve hatta cesur sayılabilecek örneklerinden biri olarak gösterilebilecek değerli bir yapıt. Türkiye sinemasının farklı nedenlerle ihmal ettiği bir alana el atması kuşkusuz ki Yücel’in öncelikle takdir edilmesi gereken bir başarısı ve o da yönetmen ve senarist olarak bu önemli ve hassas konuya özenle yaklaşarak ortaya kesinlikle ilgiyi hak eden bir sonuç koymuş. Bu başarıyı gölgeleyen ise, Yücel’in tıpkı bir sonraki filmi olan 2006 tarihli “Hayatımın Kadınısın”da olduğu gibi mükemmelliğe giden yolda adeta soluğunu yitirmesi ve örneğin burada çok fazla şey anlatmaya soyunarak yaptığı hata nedeni ile filminin etkileyiciliğini azaltması. Bu ve görsel anlayış tercihlerinin anlatılan ile her zaman uyumlu olmaması önemli bir sorun yaratıyor ama buna rağmen Yücel’in filmi sinemamamızın yüz akı örneklerinden biri şüphesiz.
1999’da olduğumuzu belirten bir notla, ıssız ve karla kaplı bir yolda bize doğru yaklaşan bir askeri aracı göstererek açılıyor hikâye ve bu araç içindeki iki askerin (İstanbullu Cevher ve Göremeli Rıdvan) askerlik sonrasındaki yaralı hayatlarını anlatıyor. İki genç adamdan ilki bir kulağı sağır olarak, diğeri ise mayına basması nedeni ile bir bacağını yitirerek dönmüştür sivil hayata ve beraberlerinde sadece bu fiziksel yaraları değil, en az onlar kadar önemli olan ruhsal yaraları da getirmişlerdir. Bu yaraların oluşmasındaki payını ve onları taşıyanlara yardımı “kutsal devlet / vatan” söylemleri ile görmezlikten gelen bir ülkede hayallerini yitirmiş olarak yaşamaktır bu iki gencin kaderi onlardan önce daha pek çoğunun başına geldiği gibi. Lakabı hayalet olan Cevher’in (“Ben İstanbullu Cevher. Hayalet Cevher. Hayatım makinalarla geçti. Trikotajda çalıştım, tornada çalıştım. Şimdi de elimizde ‘makina’ burada çalışıyoruz. Askerden dönünce çiçekçi dükkanı açıcam. Mis gibi kokacak hayat!” ve futbolcu Rıdvan’dan esinlenerek onun lakabını alan Rıdvan’ın (“Göremeli Şeytan Rıdvan. Futbolcuyuk. Esasında Fenerbahçeli Şeytan Rıdvan var ya? Ona benzetirler beni. Askerden sonra Denizlispor’a transfer olucam. Ondan sonra Fenerbahçe olur mu? Olur. Kısmet! Hayır yani bizim de kendimize göre hayallerimiz var!”) hayalleri ülkenin gerçeklerinden oluşan sert kayaya çarparak paramparça olacaktır ve Yücel’in bu ilk sinema filmi işte bu dağılıp gitmeyi anlatır bize.
Uğur Yücel sahnelerin neredeyse tümünde el kamerasının hareketliliği ile ve kamerasını adeta bir haberci gibi kullanarak anlatıyor hikâyesini. Anaakım sinemanın seyirciyi rahatsız etmeyecek geleneksel hareketlerinden (ya da hareketsizliğinden) sürekli olarak sakınıyor Yücel ve iki karakterin fiziksel ve ruhsal dengesizliklerinin parçası yapıyor seyirciyi. Bu açıdan değerlendirildiğinde ilginç ve doğru bir sonuç yaratan bir tercih bu. Gerek Cevher’in gerekse Rıdvan’ın henüz çok taze olan travmalarının onlarda yarattığı ruh hâlini çok daha iyi hissetmemizi sağlıyor böylece Yücel. Ne var ki olan biteni onların değil de kameranın gözü ile gördüğümüzde de çoğunlukla bu dili benimsiyor film ve bir süre sonra görüntülerin hareketliliği küçük de olsa bir kaosa neden oluyor. Kamerayı sürekli hareket ettirmek, farklı kamera açıları arasında gidip gelmek, çok yakın plandan birden uzak çekime geçmek veya görüntünün flu olmasından çekinmemek cesur tercihler ama buna hemen her sahnede başvurmak bir süre sonra bir parça da olsa oyuna dönüşmüyor da değil açıkçası.
Filmin Antalya’da ödül alan senaryosu ise iki temel probleme sahip: Çok fazla şey anlatması ve bunların bir kısmında da klişe ve tehlikeli bir içeriğe sahip olması. Evet, “Kürt sorunu” hikâyenin çıkış noktası ve iki genç adamın hayatlarının trajik biçimde değişmesinin nedeni de bu. Süren bu savaşın ülkede tetiklediği hamasi milliyetçilik de doğal olarak yerini alıyor hikâyede ama Yücel’in senaryosu işin içine mafyayı, Beyoğlu’nun gece manzaralarını, travestileri, 1999 depremini, ülkenin geçmişinde bir leke olarak hep duracak olan bir yarayı (Türkiye’yi terk etmek zorunda kalan gayrimüslimleri), eşcinselliği ve toplumdaki erkek egemen anlayışın sembolü olan “delikanlılığı” daha başka yan konular ile birlikte katarak, tümünü anlatmaya ve birbirine bağlamaya çalışıyor. Bir filmin hikâyesi için çok fazla konu bunlar ve işte tam da bu nedenle özellikle ikinci yarısında (Cevher’in hikâyesinde) aksamaya başlıyor ve toparlanamıyor zaman zaman. Cevher’in yarı Rum yarı Türk olan kardeşi ile ilişkisi hikâyeyi zenginleştirir ve genç adamın yaşadığı toplumsal düzeni daha iyi anlamamızı sağlarken, bu kişinin eşcinsel olarak çizilmesi bu zenginliğin tam tersi bir etki yaratıyor. Zaten ortada yaralı bir karakter ve onun saplandığı tehlikeli yollar, deprem, Türk- Yunan ilişkisi ve İstanbullu gayrimüslimler gibi her biri ağır konular varken bunlara bir de eşcinselliğin eklenmesinin tek bir anlamı olabilir: Cevher’in delikanlılık üzerine kurulu hayatı ile bir zıtlık yaratmak. Ne yazık ki hikâyenin gereğinden fazla yoğunlaşmasına neden oluyor bu ve üstelik Yücel eşcinselliğe geçmişten bir “gerekçe” de üreterek yanlış bir yola sapıyor. Bu da yetmemiş Yücel’e ve “Beyoğlu’nun Arka yakası”nı da göstermeye soyunmuş. Bu bölümde, yolda Cevher ile karşılaşan iki eşcinselin “Ay, deprem canavarı, yarma gibi” sözlerinin hangi amaca hizmet ettiğini anlamak ise mümkün değil. Özetle, zaten güçlü olan bir hikâyeye kendini frenleyemediği için aklındaki her şeyi koymaya çalışmış bir senarist olarak ve zarar vermiş hikâyesine.
Cevher ve Rıdvan bu ülkede benzer bir süreçten geçen ve her biri bu süreci bir şekilde yaralı olarak atlatan onbinlerce gencin sadece ikisi. Devletin ve toplumun bu gençlerin travmaları karşısındaki hazırlıksızlığı, ilgisizliği ve hatta onların yaralarını övünç konusu yapması öfkeli bir nesil yaratıyor ve Yücel’in filmi işte bu büyük ve ülkenin geleceğini sınırlandıran öfkeyi hak ettiği özenle getiriyor önümüze. “Özürlü” insanlar yaratıp kendisini de özürlü kılan bir devletin ona atfedilen sıfatın aksine “ana” olamadığını ve olmaya da niyeti olmadığını, onu gerçek anneler ile karşılaştırarak öne sürüyor çok doğru ve sinema sanatı açısından çarpıcı bir şekilde Yücel’in bu ilk sinema filmi. Tezer Özlü’nün “Burası bizim değil, bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi” ifadesini her zaman haklı çıkaran ve öldürmese de mutlaka yaralayan bir düzenin, her iki hikâyenin başında varlığı, sonunda ise yokluğu ile bu cinayeti işlediğini net bir şekilde dile getiriyor Yücel.
Erkan Oğur’un Antalya’da ödül kazanan müziği kendi başına kesinlikle çok etkileyici ama hikâye ile her zaman bir film müziğinin olması gerektiği kadar örtüşmüş görünmüyor. Deprem sonrasındaki bir sahnede duyduğumuz “Allahu Ekber” temalı müzik ise açıkçası Yeşilçam’ın mezarlık sahnelerinde her zaman ney sesi kullanması kadar kilişe olmuş. İki başrol oyuncusundan, Antalya’da ödül alan Olgun Şimşek çarpıcı bir Rıdvan profili çiziyor ve hikâyesine ortak ediyor seyirciyi. Karakterinin ne kadar güçlü görünmeye çalışırsa aslında o kadar daha da zayıf düştüğünü ince bir oyunla anlatıyor bize ve filmin çok önemli bir kozu oluyor. Cevher rolünde oynayan Kenan İmirzalıoğlu da en az Rıdvan kadar yaralı olan karakterini canlandırırken hiç aksamıyor ve tüm o delikanlılığın arkasındaki öfkeyi iyi yansıtıyor. Her ikisi de Antalya’da ödül alan, Rum anne rolündeki Eli Mango ile Cevher’in babasını oynayan Bahri Beyat ve eşcinsel kardeşi oynayan Teoman Kumbaracıbaşı (senaryonun kendisine yarattığı problemleri aşmayı başararak) onlara katılıyor ve işlerini iyi yapıyorlar kesinlikle.
Bir ilk film olduğu düşünüldüğünde başarısı daha da değerli olan, konusuna cesurca yaklaşarak bugün aynı hikâyenin çekilmesinin -birden fazla nedenle ama öncelikle ülkenin içinde bulunduğu politik koşullar yüzünden- ne kadar güç olduğunu hatırlattığı için de önemi daha da artan bir film bu. Hikâyesi kadar görselliği ile de cesaretli olan filmi Uğur Yücel bir senarist ve görsel dili belirleyen bir yönetmen olarak, kendisini frenleyemediği için daha üst bir noktaya taşıyamamış ama yine de kesinlikle başarılı ve sinemamızın değerli eserleri arasında yerini alan bir yapıt bu. Bizi değilse bile, hayallerimizi öldüren bir ülkede yaşadığımızı unutmamak için!