“Bir gün düşecekler beraber, yan yana gömecekler cesetlerini”
1930’lu yıllarda krizin ortasındaki Birleşik Devletlerde yaşanan ve gerçek bir soygun çetesini anlatan bir hikâye.
Hem yönetmeni Arthur Penn’in hem de 1960’lar Amerikan sinemasının en parlak örneklerinden ve sinemanın çehresini değiştiren filmlerden biri. Amerikan sinemasının bir zamanlar yaratıcı yönetmenlerin çektiği, standart normların çerçevesini zorlayan ve “sanatsal ve entelektüel” açıdan Avrupa sinemasından esintiler taşıyan filmler üretebildiği gerçeğinin en görkemli örneklerinden de biri aynı zamanda.
Orijinal bir senaryodan çekilen film anlattığı gerçek hikâyeyi epey –ve elbette- oldukça değiştirmiş. Örneğin filmdeki C.W. karakteri gerçekte çetenin iki ayrı karakterinden oluşturulmuş. Filmin gerçekten uzaklaşan diğer yönü ise bu tür somut gerçeklerin değiştirilmesine ilave olarak filmin kahramanlarını anlatırken benimsediği tavır. Aynı zamanda kimi yoğun eleştirilere de neden olan bir şekilde Bonnie ve Clyde karakterlerinin nerede ise romantik bir üslup ile anlatılıyor olması filmin çarpıcılığında ve günümüze kadar süren kalıcılığındaki en önemli etken. Tüm kadronun müthiş bir oyunculuk gösterisi yaptığı filmde oyuncuların zaman zaman gösterişçi ve stilize bir atmosfere bürünen oyunları ve yönetmenin hemen her karesi yaratıcılığı ile hayrete düşüren mizansen anlayışı filmin başarısında öne çıkan diğer unsurlar olarak göze çarpıyor.
Evet tüm kadro sürekli birbirinden rol çalıyor adeta film boyunca ama Bonnie rolündeki Faye Dunaway ve Buck Barrow rolündeki Gene Hackman’a ilave bir övgü gitmeli. 60’lı ve 70’li yıllarda üst üste çektiği başarılı filmlerle sinema tarihinde iz bırakan bir isim Faye Dunaway ve Oscar aldığı “Network” filminden sonra kariyeri tuhaf bir şekilde irtifa yitiren sanatçı göründüğü ilk kareden başlayarak filmdeki rolünü başka bir ismi bu rolde düşünmeyi imkânsız kılacak bir şekilde kendisine ait kılıyor. Hackman tuhaf enerjisi ve tuhaf karısından kaynaklanan arada kalmışlığı ile Amerikan sinemasında epeyce eksilmiş olan bir oyuncu türünü hatırlatıyor; bir parça “Metod” oyunculuğu, çarpıcılığı asla eksik olmayan bir doğallık ve kelimenin her iki anlamını taşıyan bir ifade ile güçlü bir stil. Warren Beaty, Michael J. Pollard ve Estelle Parsons da en ufak bir aksama içermeyen oyunları ile filmin oyunculuk çizgisinin çok yukarılara taşınmasına destek veriyorlar.
Gayet Avrupalı bir sahne ile açılıyor film ve öyle ki sanki bir Fransız filminde Jeanne Moreau’yu seyrediyor gibi seyrediyorsunuz Faye Dunaway’i bu sahnede. Film sadece bu Avrupalı havası ile değil en az onun kadar senaryosunun benimsediği tavır (veya yanında olmayı seçer gibi göründüğü taraf) ile de dönemin filmlerinden çok farklı bir yerde duruyor. Sonuçta hikâyesi anlatılan bir suç çetesi ve sadece bankaları değil benzin istasyonu veya küçük dükkanları da soyan bir çete bu. Hatta dönemin medyasının ve polis güçlerinin yarattığı imajın tersine bankalardan çok bu ikincileri soymayı tercih etmişler. Bu ayrım da önemli çünkü film hikâyenin geçtiği ve kapitalist sistemin en büyük krizinin yaşandığı dönemi sık sık hatırlatıyor bize. Bu hatırlatmayı yaparken de ödeyemediği kredi borcu nedeni ile yıllardır oturduğu evi boşaltmak zorunda kalan aileden, kahramanlarımız polisten kaçarken onlara destek olan ve kriz nedeni ile sefalet içindeki kamplarda yaşayan yoksullara bizi bir yoksulluk manzarası içinde gezdiriyor sık sık. Bankanın el koyduğu evdeki tabelasını kurşunlaması için çiftçiye silahını veren Clyde’ın “biz banka soyarız” cümlesine çiftçinin gösterdiği sessiz ve memnuniyet dolu onayı ve polislerin sık sık alay konusu olması filmin durduğu tarafın açık göstergeleri. Filmin eleştirilebilecek tek yönü de belki de burası aslında çünkü sadece insanları yoksullaştıran ekonomik düzenin temsilcilerinden ve mimarlarından olan bankalara değil küçük esnafa da el atan bir çete söz konusu gerçekte. Filmin hikâyeyi romantize etmesi senaryonun saldırmayı seçtiği hedefler açısından doğru görünmekle birlikte çetenin bir “Robin Hood” vazifesi görmediği de açık.
Film sadece yukarıda bahsedilenler açısından değil, seksi kullanımı açısından da dikkat çekmişti o yıllarda. Clyde’ın “iktidarsızlığı” veya Bonnie ile ilk yattıklarındaki çocuksu neşesinden tabanca üzerinden ima edilenlere kadar dönemin normlarının dışına çıkan bir film bu. Yönetmen Penn “Little Big Man” ile birlikte en başarılı iki filminden biri olan bu yapımda zaman zaman başvurduğu etkileyici yakın plan yüz çekimleri, bir rüya atmosferi içinde ve flu tonlar ve pastel renkler kullanılarak anlatılan “aile ile buluşma sahnesinin” tuhaf çekiciliği, örneğin ormandaki kıstırma sahnesi gibi etkileyici sahneleri ve elbette finaldeki görüntüleri ile çok başarılı bir iş çıkarıyor. Tüm bunlara açılıştaki Dunaway’in yataktaki yakın plan çekimlerini içeren sahnenin büyüsünü de katmak gerek.
Ün kazanan bir çete üzerinden kendi ratinglerini yaratmaya çalışan medyaya ve olayın büyümesini ve insanların yoksulluk içinde yaşarken “oyalanacakları” bir konunun çıkmış olmasına adeta sevinir gibi davranan düzenin bekçilerine de oklarını fırlatmayı ihmal etmeyen stilize, çarpıcı ve keyifli bir film. Sinema tarihinin olmazsa olmazlarından.
(“Bonnie ve Clyde”)