Chocolat – Claire Denis (1988)

“Tepelere, evlerin ve ağaçların ötesine baktığında, yeryüzü ile gökyüzünün buluştuğunu görürsün, işte ufuk budur. Yarın gündüz sana bir şey göstereceğim. Ufuk çizgisine ne kadar yaklaşırsan, o senden o kadar uzaklaşır. Ona doğru yürürsen, o da uzaklaşır. Senden hep kaçar. Bunu sana açıklamam gerekiyor. Çizgiyi görürsün. Onu görürsün ama aslında yoktur o”

Çocukluğunun geçtiği Kamerun’a dönen bir Fransız kadının geçmiş günlerini, ailesinin Afrikalı uşağı ile olan bağını ve etrafında olan bitenlerin farkında olmayan çocuk masumiyetini hatırlamasının hikâyesi.

Senaryosunu Claire Denis ve Jean-Pol Fargeau’nun yazdığı, yönetmenliğini Denis’nin yaptığı bir Fransa, Almanya ve Kamerun ortak yapımı. Yönetmenin kendi hayatından esinlenen çalışma onun sinema okulunda okurken çektiği kısa filmi “Le 15 Mai”den sonraki ilk filmi ve kariyerini gerçek anlamda başlatan yapıtı. Fransa’nın tarihindeki önemli insanlık suçlarına imza attığı Afrika’daki sömürgeci yönetim döneminde, 1950’lerdeki yaşamı bir Fransız aile üzerinden ele alıyor hikâye ve sinemanın bağırmadan da sesini güçlü bir biçimde duyurabileceğini ve belki de olması gerekenin hemen hep bu olduğunu hatırlatan güçlü bir yapıta dönüşüyor. Havadaki gerilim duygusunu birkaç kısa diyaloga yansıyan sözler dışında, hikâyenin kahramanı sayabileceğimiz küçük kızın algılayamayacağı bir şekilde oluşturan ama işte tam da bu sayede o duyguyu güçlü bir biçimde hissettirebilen bir çalışma bu. Evin siyah uşağını oynayan Isaach De Bankolé’nin yönetmenin sinema diline çok uygun bir yalınlığı olan ama yine de içindeki her türlü duyguyu bize de geçirebilen güçlü oyunu ile de önemli bir yapıt.

Denizde ve kumsalda birlikte keyifle eğlenen bir baba ve oğlunu seyreden genç bir kadını (Mireille Perrier) göstererek açılıyor film. Sonra kadın onların otostop teklifini kabul ediyor ve kucağında, içinde çizimler olduğunu gördüğümüz kalın bir defter tutarken geçmişi hatırlıyor… Filmin günümüzde geçen açılış sahnesinde (oldukça zarif, genellikle sessiz ve dokunaklı çekimlerle oluşturulmuş bu sahne) olduğu gibi Kamerun’a, 1950’li yıllara dönüyoruz. Ülke “Fransız Kamerunu” ve “İngiliz Kamerunu” olarak ikiye bölünmüştür ve bu iki sömürgeci güç tarafından idare edilmektedir. France (Cécile Ducasse) adındaki küçük kız annesi (Giulia Boschi) ve bölge yöneticisi olan babası (François Cluzet) ile birlikte yaşamaktadır ve en yakın dostu da evlerindeki siyah uşaktır. Günler hep aynı geçmektedir; baba ve anne birbirlerini seven, yerli halkla araları iyi olan ve kızlarını da hep ilgi ile gözeten bir çifttir ve gerekmedikçe pek konuşmayan uşak da ailenin bir parçası gibidir. Bu sakin hava, arıza nedeni ile ailenin evinin yakınlarına zorunlu iniş bir yapan bir küçük uçak ve yolcularının gelişi ile değişir kaçınılmaz olarak; bastırılan arzular, saklanan ve belki de farkında bile olunmayan duygular ve çeşitli korku ve endişeler de ortaya çıkar. Bu özet filmin ve duygu patlamalarının yaşandığı olaylarla dolu olduğu ve bunun üzerinden bir çekicilik peşinde olduğu düşüncesini yaratmamalı; Denis bu ilk filminde çok olgun, kendine güvenen ve dizginlenmiş bir sinema dili ile anlatıyor hikâyeyi çünkü.

Denis kendisini ait olmadığı yerde bulan insanların hikâyesini anlatıyor ama bunu yaparken ne bir “eski güzel sömürgecilik günleri” nostaljisi hatasına düşüyor ne de mesaj kaygısının sinemasının önüne çıkmasına izin veriyor. Başlardaki bir sahnede küçük beyaz kızın ekmeğini paylaştığı siyah hizmetlinin bu ikramı “karıncalandırması”ndan sırtlanların sesini duyan annenin aynı adamı elinde tüfekle odasında nöbet tutması için çağırmasına veya uçakla gelen zoraki misafirlerden özellikle birinin ortamdaki rahatsızlığı veya annenin gelen bir beyaz misafirin kıyafetine göre kendisininkini belirlemesi gibi farklı örneklerle Denis beyaz insanların bu topraklara ait olmadığını bize sık sık gösteriyor. Sömürgecinin sömürülene ne kadar iyi davranırsa davransın önünde sonunda ortada bir “sahip ve köle” ilişkisinin hep olacağını da oldukça zarif ve sade sahnelerle benzer şekilde hep söylüyor film. Duşta dökülen gözyaşından bir odadaki sevgi anlarının dışında tutulmaya ya da hediye getiren yerlilere rüşvet teklifinden teninin rengi nedeni ile ret edilen bir doktora değişen örnekleri var bunun ama herhalde en çarpıcı olanı Protée adındaki siyah uşağın anne ve küçük kızı ile olan ilişkileri üzerinden çıkıyor karşımıza. Arzulanan kişinin, kendisine dilendiğinde sahip olunacak bir “meta” olarak bakıldığını hissettiğinde tüm o güçlü arzusuna rağmen ret edebilme gücünü gösterebilmesi hikâyenin en etkileyici anlarından birini oluşturuyor. Protée’nin küçük kıza oynadığı oyun ise -hedefi yanlış olsa da- biriken bir öfkenin dokunaklı bir patlaması olarak gösteriyor kendini.

Güney Afrikalı müzisyen Abdullah Ibrahim’e ait olan, modern caz havası ile yerel motifler arasında doğru bir denge kurmuş görünen ve hikâyeye katkı sağlayan müziklerin yanında, Robert Alazraki’nin görüntü çalışması da hayli önemli. Afrika sıcağını bize geçiren “sarı renkler”in baskın olduğu görüntüler yönetmenin sade ve doğrudan vurgulamaktan çok sergilemek ve dolaylı olarak ima etmek üzerine kurulu sinema dili ile hayli uyumlu. Afrika’yı egzotik değil, herhangi bir yerden farklı olmayacak bir şekilde görüntülemeye özen göstermiş filmin yaratıcıları ve bu sadelik içinde etkileyici bir çekicilik yakalayarak havada asılı gerilimi daha da gerçek kılmışlar. “Bir gün bizi buradan sepetleyecekler” diyor beyaz bölge yöneticisi bir sahnede (1960’da Fransa ve ertesi yıl da Birleşik Krallık’ın sömürgesi olmaktan kurtarmış topraklarını Kamerun) ve hikâyenin -bağımsızlığın birkaç yıl öncesinde geçtiği için- gerilim duygusunu bu konuda sepetleme cümlesi dışında tek söz etmemesine rağmen, yaratabilmiş olması hayli önemli. Karakterlerden birinin okuduğu bir kitaptan şu cümleyi duyuyoruz: “Afrikalı yüzlerin arasında beyazın teni ölüme benzer bir şeyi çağrıştırıyor”. İşte film de ait olmadığı bir yeri sahiplenenlerin nihayetinde mutlaka ölümlere yol açacağını, üstelik hiçbir ölüm göstermeden kanıtlıyor.

Yönetmen Claire Denis filmin adını (Türkçede çikolata anlamına geliyor) sözcüğün 1950’lerde yaygın olan argo anlamından (Sahiplenilmek (el koymak) ve aldatılmak anlamında kullanılıyormuş argoda ve beyazların siyahları sahiplenmesi ve aldatmasına bir gönderme olmuş bu) dolayı seçtiğini söylemiş. Ailesi ile birlikte bir bebek olarak geldiği Kamerun’da on beş yıl kalan Denis’nin özenli bir tarafsızlıkla anlattığı hikâyenin, bu yazının girişinde yer alan sözlerin özeti de olan, “göze görünen ama yaklaşmanın/geçmenin imkânsız olduğu çünkü aslında var olmayan çizgiler” teması bir parça karamsar görünebilir. Evet, bu çizgileri (burada olduğu gibi, siyahlarla beyazlar veya sahiplerle köleler arasındaki çizgileri örneğin) aşmayı imkânsız gösteren çok faktör var dünyamızda ama Denis’nin fanlattığı türden hikâyeler; bu çizgilere ulaşıp, onların aslında hiç olmadıklarını fark etmemiz gerektiği konusunda umut veren eserler. Görülmeli!

(“Çikolata”)

(Visited 135 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir