“Bazen merak ediyorum. Sadece bana bir oyun mu oynuyor veya beni cezalandırıyor mu?”
Bir adamın alzheimer hastalığı nedeni ile bakım evine yatırmak zorunda kaldığı eşinin burada bir başka hastaya aşık olması ile yaşananların hikâyesi.
Bol ödüllü Kanadalı oyuncu Sarah Polley bu ikinci uzun metrajlı filminde dokunaklı bir yaşlılık, alzheimer, aşk ve fedakârlık hikâyesine el atmış. Filmin çekim tarihinde altmış beş yaşında olan Julie Christie’nin sürüklediği film dozunda tutulmuş duygusallığı, iki baş oyuncusunun başarılı oyunculukları ve günümüzde yaygın olan bir hastalığın hem hastanın hem sevenlerinin hayatını nasıl değiştirdiği üzerine başarılı gözlemleri ile özellikle duygusal filmlerden hoşlananlar için çekici bir çalışma.
Önce Julie Christie. 60’lı ve 70’li yıllarda aralarında “Billy Liar”, “Darling”, “The Go-Between” ve “Don’t Look Now” gibi pek çok klasiğin de olduğu filmlerde canlandırdığı karakterleri ile sinema tarihinde iz bırakan isimlerden biri olan sanatçı bu filmde koruduğu tüm zarifliği ile birlikte karakterinin hastalığını keşfini ve kabulünü, ve sonrasında büründüğü yeni kişiliği çarpıcı bir biçimde getiriyor karşımıza. Örneğin şarap kelimesini unuttuğu sahnede bu esprili, entelektüel, zeki ve zarif kadının hissettiklerini sizin de hissetmemeniz mümkün değil. Sinemanın favori karakterlerinden biridir “büyük” hastalıkları olan insanlar ve özellikle Holywood bu karakter üzerinden sonuna kadar giderek seyircinin duygusallık potansiyelini sonuna kadar açığa çıkarmayı hedefler. Burada Christie ve yönetmen Polley takdiri hak eden bir şekilde bu abartılmış duygusallığı dışarıda bırakmışlar ve bir süreçle birlikte ilerleyen hastalığı ve sonucunu sıcak ama hafif mesafeli bir dille getirmişler karşımıza. Christie’ye eşlik eden eşi rolündeki Gordon Pinsent filmde “küçük” bir oyunculuğu tercih etmiş. O da karakterinin yaşadıklarını doğal ve samimi bir performans ile sergiliyor bize ama onun bu oyunculuğu filmden en temel his olarak duygusallığı çıkaracak ortalama bir seyirci için biraz donuk görünebilir.
Jonathan Goldsmith’in alçak tondaki duygusal müziğinin de başarı ile eşlik ettiği film yaşlılık, hastalık vs gibi öne çıkan unsurların yanında aslında sakin bir aşk filmi olarak da görülebilir. Hastalık öncesinde adam ile kadın arasında güzelliği ve derinliği ile kendisini gösteren aşk, hastalık sonrası tek taraflı bir aşka ve başka bir biçime dönüşüyor. Kadının yeni aşkını da buna ilave ederseniz hikâyenin aşk üzerine epey sözü olduğu açık. Finali ile seyircisini tereddütte bırakan film aslında bu seçimi ile belki de en doğru olanı yapıyor, hastalığın karakterini düşündüğünüzde. Bir “geri dönüşün” o silik ve aldatıcı umudunu hissettiriyor böylece ve bir açıdan da “o tek ve belki de son bir sarılmanın” ödülünü veriyor adama.
Sakinliği veya bir başka deyiş ile zaman zaman durağanlığı hikâyede hızlı bir akış beklentisi olanları sıkabilir ama o anlarda Julie Christe’yi hayranlıkla seyretmeyi seçmek iyi bir çözüm olabilir diye düşünüyorum. Bir kısa hikâyeden uyarlanmasından kaynaklanan kimi tekrarları ve bakım evindeki punk genç kız karakteri gibi “hayal etmesi bir parça fazla kolay ve klişe” karakterleri de olan film genel olarak bakıldığında eli yüzü düzgün denen türden ve abartmadan duygulara hitap eden bir film. Yönetmeni, mekanları ve Gordon Pinsent, Neil Young, K.D. Lang gibi tercihleri ile filmin bir Kanadalı filmi olduğunu da söyleyelim. Kapanış jeneriği ile birlikte K.D. Lang yorumu ile Neil Young şarkısı “Helpless” çalarken, alzheimer hastası olan insanların o bildiğimiz dünyadan farklı bir dünyada yaşadıklarını ve hasta yakınlarının sevdiklerinin adeta başka bir insana dönüşebildiği bu hastalıkta hissettikleri çaresizliği de düşünüyorsunuz.
(“Ondan Uzakta”)