“ Koyun ağıllarının üzerine bir endüstri kolonisi inşa ettik ve bir devrim yaptığımızı zannettik. Küçük bir devrim…”
23 yaşındaki bir kadının ölmekte olan babası ve tümünü itici bulduğu diğer insanlarla olan ilişkilerinin hikâyesi.
Giorgos Lanthimos’un 2009 yapımı “Kynodontas – Köpek Dişi” filmini seyretmiş ve sevmiş olanlar için benzer sularda seyreden bir çalışma. Her ikisi de Yunanistan yapımı olan filmlerden 2009 tarihli olanının yönetmeni Lanthimos bu filmde rol almış örneğin veya bu filmi yöneten Athina Rachel Tsangari ilk filmin yapımcılarından biri. Her iki filmi benzer kılan sadece jeneriklerindeki bu isimler değil elbette; ilk filmde ebeveynlerinin çarpıttığı bir dünyayı algılamaya çalışan çocukların onlarla ilişkisinin yerini burada dünyayı tanımaya ve ona uyum göstermeye çabalayan kadının babası ile ilişkisi almış. Tuhaf karakterleri ve sıradışı anlatımı ile bu film de önceki gibi her ruha uygun değil ama tadını almayı başarabilenler için hayli çekicilik taşıyacağı kuşkusuz. Her iki filmde de şarkıların hikâyede ve karakterleri anlamada önem taşıdığını da ekleyelim bu benzerliklere.
Ünlü İngiliz doğa tarihçisi ve radyo-televizyon yapımcısı David Attenborough’dan hem adını hem de ruhunu ödünç almış bir film karşımızdaki. Attenberg kelimesi filmin kahramanı olan kadının en yakın kadın arkadaşının Attenborough soyadını yanlış telaffuz etmesinden geliyor. Zaman zaman baş karakterimizin seyrettiği televizyon programlarında karşımıza çıkan Attenborough belgeselleri ise hikâyeyi şekillendirmesinde çıkış noktası olmuş senaryoyu da yazan yönetmen Tsangari için. Film boyunca tüm karakterler çoğunlukla kısa ve kimileri tek kelimelik diyalogları ile konuşur ve kuşlardan gorillere kimi hayvanlara öykünerek hareket ederken, bir antropolojist bakışı ile hareket ediyor yönetmen ve adına insan denen türü mercek altına alıyor adeta; bu anlamda da Attenborough belgesellerinin kurgusal bir benzerini ürettiği söylenebilir yönetmenin. 1970’den günümüze “elektro protopunk” olarak adlandırılan türde müzik yapan bir grup olan “Suicide” ve 60’lı ve 70’li yılların ünlü Fransız şarkıcısı Françoise Hardy’nin şarkılarını müzik bandına katan film kimi çarpıcı sahnelerini de bu şarkıların eşliğinde getiriyor seyircinin önüne. Hardy’nin sevgilisi olmayan bir genç kızın ağzından söylediği şarkısı “Tous Les Garçons et Les Filles” şarkısı filmde tıpkı Hardy’nin bu şarkısı için çekilen klibinde olduğu gibi sokakta yürürken getiriyor karakterleri karşımıza. Hardy şarkısını yalnız ama yine de umutlu söylerken, iki kadın karakterimiz aynı şarkıyı daha karamsar bir tonda seslendiriyorlar. Suicide grubunun “Be Bop Kid” adlı şarkısı ise hastane odasında çalarken, ölmekte olan babanın yatağının önünde kızı şarkıya eşlik ediyor ve babasına veda ediyor onun bu çok sevdiği şarkı ile.
Evet, bir antropolojist gibi yaklaşmış karakterlerine Tsangari. Karakterlerini hemen tüm sahnelerde olayın geçtiği mekanda yalnız bırakıyor ve ıssız hastane koridorlarından fabrika veya otele hikâye ile ilgisi olmayan hiçbir karakter görünmüyor etrafta. Böylece hem karakterlerine “hayvansı” bir yalnızlık ortamı sunuyor hem de seyredenin karakterin kendisine odaklanmasını sağlıyor yönetmen. Cinsel güdülerin veya bu film için daha doğru bir ifade ile içgüdülerin hikâyedeki yeri de yine aynı bakışın sonucu olsa gerek. Genç kadın yabancısı olduğu cinselliği ilk denemelerinde “ne yaptığından çok emin olmadığını” söylerken sanki yine hayvanların dünyasındaki içgüdüsel sevişmelere referans veriyor. Benzer şekilde, karakterler arasındaki cinsellik içeren konuşmalar ve anlatılan kimi erotik rüyalar da yönetmenin vurguladığı gibi “psikolojiden çok biyoloji ve zoolojinin” izlerini taşıyor. Film çok öne çıkarmasa da kimi toplumsal konulara da dokunmuş aslında. Ateist olan ve yaşadığı ülkenin dönüştüğü resimden dolayı hayli mutsuz olan babanın kimi söylemleri, yönetmenin insanları bir “tür” olarak ele aldığı filmindeki ulusal kimlikle ilgili kimi ifadelerin örneği olarak verilebilir ama bu söylemlerin filmin asıl hikâyesi ile çok da sıkı bir ilişkisini kurmak mümkün değil. Yine de ölmekte olan mimar babanın inşasında baş rolü üstlendiği sahil kasabasına bir evin çatısından bakarak konuştuğu ve karamsarlığını dile getirdiği sahne hem kendi başına çok iyi hem de bir nesneyi (veya insanı) “bir şeylere rağmen seven” bir insanın duygusunu seyirciye geçirebilmesi ile dikkat çekici.
Filmin tüm oyuncuları işini başarı ile yapıyor ama sinema dünyasındaki bu ilk rolü ile Venedik’te ödül alan baş roldeki Ariane Labed öne çıkıyor elbette. Sıradışı olması ile bir oyuncuyu zorlayabilecek bir karakteri senaryonun doğal sonucu olarak tüm vücudunu kullanarak oynaması gereken bir rolde çok başarılı sanatçı. Kısıtlı kamera hareketlerine ve sıklıkla geniş açılı çekimlere sahip hikâyesine bilinçli bir soğukluk da katan bu filmi, içerdiği bir çeşit kırılganlığın ve karamsarlığın çağrıştırdığı bir şekilde günümüz Yunanistan’ını düşünerek seyretmek de gerekli belki. Karamsar ve kırılgan bir ortamda yine de bir şekilde büyüyen, öğrenen ve mutluluğu hisseden genç kadının hikâyesi belki de Yunanistan’ın kendi hikâyesidir.