“Çocuğunuzu kaybetmenin ne demek olduğunu bilir misiniz?”
Kayıp küçük bir kızı araştırmak için çağrıldığı küçük bir kasabada gölün kenarında cesedi bulunan başka bir genç kızın katilinin peşine düşen bir komiserin hikâyesi.
İtalyan Andrea Molaioli’nin ilk yönetmenlik çalışması Norveçli polisiye yazarı Karin Fossum’un Dedektif Sejer karakterini konu edinen romanlarının birinden sinemaya uyarlanmış. Belki derin bir edebiyat havası olmasa da elinize aldığınızda bırakamadığınız türden bir romandan çekilen film tıpkı bu romanlar gibi yüksek/yeni bir sinema tadı içermiyor olsa da kendisini ilgi ile izletmeyi başarıyor. Hani şu küçük ve herkesin birbirini tanıdığı kasabalarda geçen, kahramanı olan dedektifin de kendi acıları olan türden romanlar vardır. İşte film romanın bu havasını sinemaya başarı ile aktarmış ve ortaya alçak gönüllü, derli toplu ve küçük ama keyifli bir film çıkmış.
Muhteşem bir doğa içindeki ve orman, dağ ve göl ile çevrili kasabada yaşanan hikâye kayıp olan küçük bir kız etrafında şekillenecek gibi başlasa da kısa bir süre içinde cesedi bulunan genç kıza ve onun katilini bulmaya çalışan komisere odaklanıyor. Gereksiz bir şaşırtma gibi görülebilecek bu tercih aslında filmin tüm hikâyesinin etrafında döndüğü temaya(lara) ilk girişi sağlıyor. Film boyunca hikâye aile, anne-baba-çocuk ilişkileri ve toplumun bu en eski kurumunun içindeki sevgi, nefret ve tüm çatışmaları odağına alıyor. Filmdeki tüm ana karakterlerin çoğunlukla aile ilişkilerinden, yakınlarından kaynaklanan sorunları var. Senaryo muhtemel katilleri bize tek tek tanıtırken her birinin acısını, sorunlarını karşımıza getiriyor ve yavaş yavaş ortaya çıkan sırlar hem hikâyeye ilginin ayakta kalmasını sağlıyor hem de katilin kimliği konusunda son ana kadar merak duygusunu canlı kılıyor.
Popüler sinemanın bu hikâyeye getireceği aksiyondan uzak bir film karşımızdaki. Kısa bir koşuşturmaca dışında filmde ciddi bir aksiyon sahnesi yok ve hikâye daha çok bir Agatha Christie romanı tadında ilerliyor. Bu “hareketsizliği” destekleyen bir mizansen anlayışına başvurmuş yönetmen Molaioli ve kamerasını çok sık hareket ettirmiyor. Bunun yerine tümü başarılı oyunlar veren oyuncularının ve elbette komiser rolündeki Toni Servillo’nun performanslarından alıyor desteğini. Her bir karakterin acılı olduğu ve her birinin kendi trajedisini yaşadığı hikâyede oyuncular da tıpkı filmin genelinde olduğu gibi “sessiz çığlıklarla” sergiliyorlar performanslarını. Aynı hikâyenin örneğin bir Hollywood versiyonunda dökülecek yaşları veya atılacak çığlıkları düşününce bu sessizliğin filme hayli yakıştığını söylemek daha da anlamlı oluyor. Örneğin itiraf sahnesi yalınlığı ve tarafsızlığı ile epey başarılı oluyor bu tercih nedeni ile. “Il Divo” filmindeki görkemli ve gösterişçi muhteşem performansı ile oyunculuğunun zirvesinde dolaşan Toni Servillo’nun hikâyenin komiserine can verirken sergilediği sadelik ve sessizlik bu oyuncunun inanılmaz zıt tarzlara nasıl aynı başarı ile yaklaşabildiğini göstermesi açısından da önemli ayrıca.
Filmin kimi kusurları da var elbette. Yorgun ve mutsuz komiserimizin sinamadaki benzerlerinden çok bir farkı yok örneğin ama bundan da önemli olan tüm bu sadelik içinde filmin seyirciyi sarsmayı başaramaması. Evet, ipuçları seyircinin merakını artırıyor ve diri kılıyor seyir arzusunu ama yeteri kadar güçlü değil bu şaşırtma anları ve filmin kimi zaman gereğindan fazla düz seyreden akışını gerektiği kadar canlandıramıyorlar. Yine de filmin çekildiği Kuzey İtalya’daki Tarvisio kasabasının muhteşem güzeliğini abartmadan karşımıza getiren başarılı görüntüleri ve hikâyeye gayet uygun müziği ile bu film eline aldığı polisiye romanı bitiremeden uyuyamayanların aradığı türden atmosferi ve büyük laflar etmeden seyircisinin ilgisini çekebilmesi açısından ilginç bir film. Belki şunu da eklemek gerek : Her ne kadar filmde kadınlar da ana rollerde olsalar ve katili aranan kişi bir kadın da olsa, bu hikâye sanırım daha çok erkekler ve babalar için; sevginin (eşe veya çocuğa duyulan türden bir sevgiden söz ediyorum) koşulları, daha doğrusu koşullara bağlılığı üzerine alçak gönüllü okumalara da açık olan film bu açıdan da erkeklerin ilgisini çekebilir.
(“The Girl by the Lake” – “Göldeki Kız”)