“26 yaşındayım, bekârım ve öğretmenim ve zaten berbat durumdayım. Sahip olduğum tek heyecan, burada sahip olduğum. Sizinle geleceğim, sızlanmayacağım, çoraplarınızı yamayacağım, yaralarınıza bakacağım ve bir tek şey dışında benden istediğiniz her şeyi yapacağım. Burada kalıp ölmenizi izlemeyeceğim. Sizin için sakıncası yoksa, bu sahneye tanık olmak istemiyorum”
Butch Cassidy ve Sundance Kid lakaplı iki soyguncunun kanundan ve peşlerindeki kelle avcılarından kaçış hikâyesi.
ABD sinemasının ve aslında genel olarak sinemanın gerçek klasiklerinden biri. ABD’nin western tarihindeki iki gerçek karakterden esinlenen orijinal senaryosunu William Goldman’ın yazdığı ve George Roy Hill tarafından yönetilen film, iki baş oyuncusu Paul Newman ve Robert Redford’un dört yıl sonra ve yine Hill’in çektiği “The Sting – Belalılar” filminde de tekrarlayacakları çekici beraberlikleri, sonradan Hollywood’un pek çok filmde kopyalarını yaratacağı “cesur ve mizah duygusu da olan iki sıkı dost erkek” hikâyesi, bir klasik olmuş şarkısı ve daha başka pek çok unsuru ile bugün de sevilerek seyredilen bir sinema eseri olma özelliğini koruyor.
Bir zamanlar bir kasapta çalıştığı için “Butch” lakabı ile anılan Cassidy ve Sundance’te yakalanmışlığı olduğu için “Sundance” lakabını taşıyan iki sıkı dost filmimizin kahramanları. Birbirlerinin gerçek adlarını hikâye boyunca diğer başka gerçeklerle birlikte keşfeden ve bu keşifler sırasında bizi de eğlendiren (“yüzme bilmiyorum” sahnesi unutulmazlar arasındadır, örneğin) ikili, Butch’ın lideri olduğu bir çete ile banka ve tren soyarak kazanıyorlar hayatlarını. Butch’ın “kadını” olan ama her ikisini de seven ve her ikisi tarafından sevilen bir de kadın var hayatlarında. Hikâyenin büyük kısmı ikilinin, bir kısmına kadının da eşlik ettiği, kaçış maceralarını getiriyor karşımıza. Goldman’ın senaryosu heyecanı ve mizahı eksik etmeden ve klasik bir dil ile anlatıyor derdini ve filmin de en büyük artılarından biri oluyor. Senaryonun küçük mizahı, iki oyuncunun sağlam ve ekonomik oyunlarının da etkisi ile, seyirciyi de kendisi ile birlikte sürüklüyor ve ilgiyi hep ayakta tutuyor. Newman ve Redford ikilisinin sıkı dostluğu üzerine de bir şeyler söylemek gerekiyor burada, hazır senaryoyu överken. Her ne kadar hikâyeye bir kadın karakter de girmiş olsa ve hikâyede önemsiz olmayan bir yeri de olsa bu karakterin, anlatılan kesinlikle iki erkeğin hikâyesi. Çok “yakın” bir dostluk var aralarında ve fiziksel olarak değilse de (veya fiziksel olarak belli bir çizginin altında kalsa da) ruhsal olarak bir kadını rahatça paylaşabiliyorlar. Kadının onları “terk etmesinde”, ikili arasındaki sarsılmaz ve araya girilemez bağın da etkisi olsa gerek. Burada bir “eşcinsellik”ten söz etmiyorum ama iki kahramanın her anlamı ile birbirine yettiğini ima ediyor hikâye bize. Örneğin, senaryoda olmayan ama yönetmenin eklediği ve iki adamın birbirlerinin yaraları ile ilgilendikleri sahne, daha önce kadının yaralarını sarmak konusunda söyledikleri ile birlikte düşündüldüğünde, farklı okumalara açık. Bu bağlamda hikâyenin bana zaman zaman Barış Bıçakçı’nın “Bizim Büyük Çaresizliğimiz” romanını hatırlattığını da söylemek gerekiyor. Tıpkı oradaki gibi bir büyük çaresizliğin içinde bu iki karakter, başka nedenlerle de olsa.
Filmin teknik kadrosu da hayli sağlam. Conrad L. Hall zaman zaman sepya renkler alan görüntüleri ile kaçış sahnelerinin dağlık ve kayalık bölgelerdeki anlarında görsel olarak ciddi bir başarıya imza atıyor. Burada belki bu “doğal güzellikler”in bir parça fazla kullanıldığı düşünülebilir ama yönetmen George Roy Hill hikâyesinin doğal bir parçası yapmayı başarmış bu görüntüleri, doğru bir mizansen anlayışının aracılığı ile. Görsel tercihler de filme dinamizm katmış açıkçası. Siyah – beyaz değil ama sepya bir sessiz filmden kareler seyrettiğimiz bölümler, finalde son görüntünün donması, kameranın hep doğru zamanlarda hareketlenmesi gibi tercihleri ile Hill sağlam bir iş çıkarmış kesinlikle. John C. Howard ve Richard C. Meyer’ın kurgu çalışması da sakin anlarda bile dinamizm üretmeyi ve yapay oyunlara başvurmadan hikâyeyi doğru bir akışa kavuşturmayı başarıyor. Ve elbette müzik: Burt Bacharach’ın bugün biraz eskimiş görünen orijinal müziğinin yanında asıl öne çıkan filmin şarkısı. Pop müziğe pek çok hit armağan etmiş Bacharach ve Hal David ikilisinin, B. J. Thomas tarafından seslendirilen şarkısı (“Raindrops Keep Fallin’ on My Head”) en sevilen sahnelerden birine (bisikletle gezinti) eşlik ederken, filmin uçarı havasını destekleyen ve bugün de her dinlendiğinde eğlenceli bir nostalji duygusu yaratan bir eser kesinlikle.
Atın yerini bisikletin almaya başladığı, kapitalizmin ve sermaye sahiplerinin sisteme iyice egemen olmaya başladığı günlerde geçen hikâye doğrudan olmasa da “kaybolan eski güzel günler”i anlatıyor bir bakımdan da. İki kahramanın yaptığı tüm o soygunlar vs. herhangi bir eleştiri konusu yapılmıyor kesinlikle ve aksine gerek güvenlik güçleri gerekse sermaye sahipleri geçilen dalganın, eleştirinin ve hatta öfkenin konusu oluyorlar. İki kahramanın peşine düşmak için adam toplamaya çalışan bir kasaba şerifinin acizliği ve onun konuşmasını bölen bisiklet pazarlamacısının konuşması bu bağlamda sembolik bir anlam taşıyor olsa gerek. Benzer şekilde, Butch’ın ülke dışına kaçmaya karar verdikten sonra, bisikletten kurtulurken söyledikleri de onların bu yeni düzende kendilerine yer bulmakta sıkıntı yaşayacaklarının bir göstergesi olarak değerlendirilebilir.
Yönetmen Hill, zengin iş adamının, onlar tarafından soyulduğu için, kahramanlarımızı yakalamak üzere oluşturduğu fidye avcısı grubu hikâye boyunca sürekli uzaktan çekimlerle ve nadir olan kısa çekimlerde de yüzlerini hiç göstermeden karşımıza getirmekle ilginç ve doğru bir seçimde bulunmuş. Gruptaki bazı kişilerin adlarını sık sık telaffuz ediyor iki adam ama seyirci olarak biz hiç tanık olmuyoruz onların görüntüsüne ve bu tercih seyirci olarak bizi hep iki baş karakterin yanında tutuyor ve onlar ne kadar görüyorsa biz de o kadar görüyoruz bu grubu. Kısacası, onların varlığı sadece iki baş karakterin onları gördüğü ve algıladığı kadar var bizim için de. Buna karşlılık peşlerine düşen Bolivyalı askerlerin sürekli olarak doğrudan gösterilmesi ise benzer şekilde, bu askerlerin kahramanlarımızla yüz yüze gelmesinin sonucu.
Klasik western’in dışında duran (ve tam da bu nedenle İngiliz yönetmen John Boorman tarafından bu türü “öldürmekle” suçlanan) film şiddet sahnelerini az tutması, uçarı bir tavır ile hikâyesini anlatması ve sonradan örneğin Bruce Willis’in iyice sömürdüğü esprili kahraman türüne kattığı unutulmaz iki karakteri ile bir klasik olarak mutlaka görülmesi gerekli bir çalışma. Newman ile Redford arasındaki -ne yazık ki sadece iki filmde tanık olabildiğimiz- müthiş enerji, onlara eşlik eden Katharine Ross’un onların tarzına zıt düşüyor gibi görünen ama kesinlikle doğru seçilmiş klasik oyun biçiminin de önemli kıldığı filmin ilk gösterimi girdiği tarih ile kıyaslandığında bugün o kadar da orijinal görünmemesi mümkün günümüz seyircisine ama bu onun kusuru değil, sadece defalarca bir şekilde taklit edilmesinin sonucu daha çok. Filmin başarılı senaryosu da seyredeni yanıltmamalı aslında; anlattığı hikâyeden çok, bunu anlatırken yarattığı atmosfer ile gelen bir başarı bu. Son bir not olarak, filmin gösterime girdiği 1969 yılının, 1968 olaylarının etkisinin sürdüğü ve Vietnam savaşı’nın ABD’de ciddi bir huzursuzluk kaynağı olduğu bir döneme sahip olduğunu ve bu bağlamda filmdeki otorite/devlet karşıtlığının ve iki adamın ülkeden kaçmalarının (Vietnam’a gitmemek için askerllikten kaçan ABD’liler gibi) bir gönderme olduğu düşünülebilir o tarihte yaşananlara.
(“Sonsuz Ölüm”)