12 Years a Slave – Steve McQueen (2013)

12_years_a_slave“Sen özgür bir adam değilsin. Sen sadece Georgia’dan kaçan bir adamsın. Sen Georgia’dan kaçan bir zencisin. Sen bir kölesin. Sen bir kölesin!”

Özgür bir siyah adamın kaçırılarak köle olarak satılmasından sonra yaşadığı trajik hayatın hikâyesi.

Solomon Northup’ın anılarından beyazperdeye uyarlanan bir film. 1984 yılında bir televizyon filmine de konu olan kitap 1853 yılında yayımlanmış ilk kez ve sinemanın doğal ilgi alanına girecek denli çarpıcı içeriği ve gerçek olması ile ilginçliği daha da artan bir hayatı anlatıyor okuyucuya. İngiliz Steve McQueen’in yönettiği ve senaryosunda John Ridley’in imzası bulunan film İngiltere – ABD ortak yapımı olarak çekilmiş ve aralarında en iyi filmin de olduğu üç Oscar ödülünün sahibi olurken, ayrıca altı dalda da bu ödüle aday olmuştu. Oscar’ın dışında onlarca ödüle daha sahip olan film ABD’nin geçmişindeki en kara lekelerden biri olan kölelik dönemine sert ve gerçekçi bir bakışla bakması ile önemli bir çalışma ve gerek kahramanının trajik hikâyesinden gerekse filmin profesyonel ustalığından etkilenmemek mümkün değil. Buna karşılık usta sinemacı McQueen’in -klasik Amerikan sinemasının kalıplarından genellikle uzak dursa da- bu filmde, önceki iki filmine (2008 yapımı “Hunger – Açlık” ve 2011 yapımı “Shame – Utanç”) göre sinema dilini anaakım sinemasına yaklaştırmış olması ve finaldeki Spielberg’i anımsatan “göz yaşartıcı” sahne başta olmak üzere sık sık kendisini ticarî sinemanın gerçekleri ile kısıtlamış olması -olumsuz anlamda- dikkat çekiyor. Yine de yönetmeni popüler sinemanın kalıplarını zorlayarak kimi anlarına kişisel damgasını vurması ve kesinlikle “dürüst” bir dili tercih etmesi nedeni ile takdir etmek gerek. Çarpıcı bir hikâyenin ustalık dolu bir profesyonellikle anlatıldığı ve içine zaman zaman sızan McQueen damgası ile ilgiyi hak eden bir film bu.

Steve McQueen’in çektiği üçüncü uzun metrajlı film bu. Bunların ilki olan “Hunger” hapishanedeki IRA militanlarının İngiliz hükümetinin uygulamalarına tepki olarak başlattığı ve ünlü Bobby Sands’in başını çektiği açlık grevlerini anlatan çok etkileyici bir yapımdı. Bu filmde olduğu gibi başrolü yine Michael Fassbender’e verdiği “Shame” ile ABD’de geçen bir hikâye anlatan yönetmen, Fassbender’in başrolde olmasa da önemli rollerden birinde yer aldığı “12 Years A Slave” ile bu kez ABD’nin geçmişine uzanmış. Yönetmenin üç filmi de eleştirmenlerden genellikle övgüler almış ve bol ödül sahibi olmuşlar. Bu ödüllerde Oscar’ın da dahil olduğu Amerika bazlı olanlarının oranlarının birinci filmden üçüncü filme doğru süratle artması aslında yönetmenin sinemasındaki bir değişimin de ipucunu veriyor olabilir bize: Yenilikçi bir dilin aleyhine, popüler sinemanın lehine olan bir değişim bu. Buna karşılık şu da bir gerçek ki her üç filmde de seçtiği dilin hakkını fazlası ile veriyor ve hikâyesinin hitap ettiği seyirci kesiminin beklentilerini kesinlikle karşılıyor yönetmen. Bir başka ifade ile, bu filmlerin üçü de anlatmayı seçtikleri hikâyeleri ve bunu anlatmak için kullandıkları dilleri ile kesinlikle başarılılar. Bu nedenle belki de bu üç filme birlikte değil ayrı ayrı bakmak gerekiyor değerlendirme yaparken; aksi takdirde “Hunger”ın hayranı bir sinemasever için “12 Years A Slave” fazlası ile “normal” ve hatta sıradan görünebilir sinema sanatı açısından çünkü.

Evet, gerçek ve oldukça trajik bir hikâye anlatıyor film ve bir sahnede köleleri asılırken gördüğümüz ağacın gerçekten de geçmişte bu amaç için kullanıldığını bilmenin de arttırdığı bu gerçekçilik yönetmenin film boyuncaki tercihlerine de yansımış. Nerede ise beş dakika süren kırbaçlama sahnesi örneğin gerçek zamanlılığı ve sürekliliği ile çok ama çok sert ve etkileyici. Bir diğer sahnede bir ağaçta ayakları yere zar zor değer durumda ve boynunda bir ilmikle asılı olarak gördüğümüz baş karakterimizin sahnesi de yine bilinçli olarak uzun tutulmuş olması ve tüm sahne boyunca etrafındaki hayatın onun trajik konumundan ve çektiği acıdan bağımsız olarak devam ediyor olması yine McQueen’in hikâyeye damgasını vurduğu anların göstergeleri. Gerek bu son örnekte gerekse filmin diğer pek çok sahnesinde doğayı ve kameranın yakaladığı “güzel” görüntüleri (ilginç bir ağaç, gökyüzündeki ay, nehir vs.) doğru ve çarpıcı bir biçimde kullanması ile dikkat çekiyor McQueen. Tüm bu görüntüler (yönetmenin önceki iki filminde de onunla çalışan Sean Bobbitt’in imzasını taşıyan görüntüler bunlar) yaşanan hikâyenin trajikliği ile tezat teşkil eden bir güzelliği sergileyerek insanın insana ettiğinin acımasızlığını ve doğa-dışılığını vurgularken diğer yandan da yaşananlara sessiz tanıklıkları ile adeta ilahî bir kayıt tutuyorlar olan bitene.

Nijerya asıllı İngiliz oyuncu Chiwetel Ejiofor’un canlandırdığı ve yalınlık içinde müthiş duygusal bir performans ile karşımıza getirdiği karakter New York’ta yaşayan özgür bir siyah adamken, kandırılarak götürüldüğü Washington’da kaçırılıyor ve köle olarak satılıyor. Hayatta kalabilmek için aslında özgür bir adam olduğunu, okuma yazma bildiğini vs. saklaması gerekiyor tüm kölelik hayatı boyunca. Beyazlarla aynı restoranda yemek yiyen bir adamken kendisini köle olarak zalim beyaz sahiplerin elinde bulan bu siyah adamın hikâyesinde ilginç yanlardan biri filmin başta belki biraz ters gelecek ama son tahlilde doğru görünen bir yaklaşımla adamın bireysel hikâyesi ile köleliğin insanlık dışılığını bir şekilde birbirinin çok da içine geçirmemesi: Evet, kahramanımız bazen kurbanı bazen de tanığı olarak her trajik anın bir şekilde parçası oluyor ama onun hikâyesinde vurgulanan “beyazlarla nerede ise eşit bir siyah”ken (ve köle siyahlarla pek ilgisi olmayan, bu konuyu düşünmeyen ve nerede ise beyaz kabul edilebilecek bir adamken), şimdi beyazların sömürdüğü bir siyaha dönüşmesi. Adamın kölelik hayatı boyunca karşılaştığı her siyah köle ayakta kalabilmek için farklı farklı yollar denerken her anlamda sömürülüyor, zulme uğruyor ve öldürülüyorlar ve film bu konuyu bir saniye bile odağından uzaklaştırmıyor ama sonunda adamın bireysel hikâyesinin “neden kölelik var” diye değil, “ben köle değilim” diye özetlenebilecek olmasını değiştirmiyor bu durum. Bu tercih açıkçası zaman zaman rahatsız ediyor ama sonuçta hikâyenin gerçek olması ve filmin bu alanda yapay kahramanlık senaryoları yazmaya girişmemesi bu sıkıntıyı ortadan kaldırıyor gibi görünüyor.

Filmin kimi tercihleri ise sorgulama gerektiriyor. Örneğin filmin yapımcılarından biri de olan Brad Pitt’in karakterinin -her ne kadar hikâyenin gelişiminde önemli bir yeri olsa da- senaryoya zoraki eklenmiş gibi görünmesi ve bu kısa role yüklenen önemin belki de karakteri Pitt’in canlandırmasından (Pitt karakteri kendisinin oynamasının finansman için kolaylık sağlayacağını düşündükleri için filmde rol aldığını söylüyor) kaynaklandığını düşündürtmesi bir sorun açıkçası. Kızılderililerle karşılaşma sahnesi filmin havada kalan ve nereye bağlamanız gerektiğini, hikâyedeki yerini anlamanızın pek mümkün olmadığı bir bölüm olarak dikkat çekiyor.

Yardımcı kadın oyuncu dalında Oscar kazanan ve bu film ile ilk sinema rolünü canlandıran Lupita Nyong’o’nun çarpıcı performansı ve zaman zaman bir parça dizginlenmemiş gibi görünse de usta oyuncu Michael Fassbender’in oyunculuğu ile de dikkat çeken filmin asıl yıldızı kuşkusuz Chiwetel Ejiofor ve onun Oscar’ı alamaması bir sonraki yıl dozu daha da artan bir Oscar eleştirisine ve Hollywood’un siyahları hâlâ yeterince görmemekle suçlanmasına yol açmıştı. İlginç bir not olarak, filmin İtalya’daki afişinde Ejiofor’a değil Fassbender ve kısa bir rolü olan Pitt’e yer verilmesinin bu ülkede ciddi bir skandal olarak karşılandığını da ekleyelim. Gerçekçi sertliği ile Hollywood’un yıllardır Amerikan tarihindeki kara lekelerden biri olan köleliğe bakışındaki yalan içeren söylemlerine de güçlü bir darbe vuran film aslında sadece bu özelliği ile bile ilgiyi hak ediyor. Sonuçta “Gone with the Wind – Rüzgâr Gibi Geçti” gibi klasikleri ile bu döneme “beyaz sahipler ve mutlu köleler” çerçevesi içinde bakan ve “o güzel günler nerede şimdi” nostaljisi yapan bir sinemanın kötü mirasının karşısında duran bir film bu. Bu nedenle de, McQueen’den daha farklı olması yönündeki beklentiler bir yana bırakılarak seyredilmesi gereken ve belki o zaman daha “keyif”le izlenebilecek, görülmeyi hak eden bir çalışma, özet olarak.

(“12 Yıllık Esaret”)

(Visited 159 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir