120 Battements Par Minute – Robin Campillo (2017)

“Bizim buna zamanımız yok. Ölüyoruz, anlamıyor musunuz?”

Hükümeti ve ilaç şirketlerini AIDS’e karşı yeterince hızlı ve etkin çalışmamakla suçlayan ACT UP adındaki aktivist grubun hikâyesi.

Yönetmenliğini Robin Campillo’nun üstlendiği ve senaryosunu da Philippe Mangeot’un katılımı ile yine onun yazdığı bir Fransız yapımı. 1990’lı yılların hemen başlarında geçen hikâye ABD’deki aynı adlı gruptan aldıkları ilhamla Fransa’da AIDS’e karşı mücadelenin hzılandırılması ve gerekli kaynakların ayrılması için mücadele veren bir grubun hikâyesini anlatırken, gruptaki iki aktivist arasında gelişen aşkı da alıyor gündemine ve hem bir meseleyi ve hak arayışını anlatmayı hem de dokunaklı ve sonunun trajik olacağı bilinen bir aşkı dozunda bir duygusallıkla sergilemeyi başarıyor. Özellikle ilk yarısında belgesele yakın duran film yönetmenin ve senaristlerinin kişisel tecrübeleri ile zenginleşiyor ve Campillo’nun tercihi ile eşcinsel karakterleri çoğunlukla yine eşcinsel oyuncuların canlandırdığı bir çalışma olarak dürüst ve samimi dili ile bir hikâyenin içeriden bir bakışla ele alındığında etkileyiciliğinin nasıl artabileceğini gösteriyor.

Cannes’da Jüri Büyük ödülü’nü ve FIPRESCI’yi (sinema yazarlarından oluşan jürinin verdiği ödül) kazanan film yönetmeni için oldukça kişisel bir çalışma; Campillo 1992’de katıldığı ACT UP adlı gruptaki çalışmaları sırasındaki anılarından ve tecrübelerinden yola çıkarak oluşturmaya başlamış filmi. Uyuşturucu bağımlılarını ve seks işçilerini de aynı ölçüde tehdit etse de ana kurbanları olarak eşcinsellerin görüldüğü bir hastalığa karşı hükümetin desteğini ve çabasını yetersiz bulan ve ilaç şirketlerini de öncelikle kâr odaklı düşünmeleri nedeni ile eleştiren grubun mücadelelerini duyurmak ve gerekli aksiyonları hızlandırmak için yaptığı eylemler ve aktivistler arasındaki tartışmalar filmin ilk yarısının temel konusu; ikinci yarıda ise bu konu yine gündemde kalmakla birlikte, hikâye biri HIV + olan iki eşcinsel erkek arasındaki aşkı öne çıkarıyor ve daha kişisel bir havaya bürünüyor. Bu değişim filmin dengesini bir parça bozuyor aslında ama -bugün hâlâ süren- bir mücadelenin belgeseli olmaya soyunmayan bir film için çok da problem değil bu üstelik; iki karakterin aşkını o denli dürüst, içeriden ve çarpıcı bir sadelikle ele alıyor ki film bu gücü ile sizi alıp bambaşka bir yere -derin bir hüznün içine- götürüyor ve karşı konulamaz bir şekilde etkiliyor.

Aktivistlerin mücadelesinde ilaç firmalarının AIDS hastalarına birer müşteri gözü ile bakmaları ana eleştirilerinden biri hikâyenin; ne var ki kapitalist bir sistemde bunun doğal olduğu, faaliyet alanı ne olursa olsun şirketlerin –elbette!- sadece büyüme ve kâr odaklı çalıştığı konusuna hiç girmiyor Campillo. Oysa kendisinin de bir parçası olduğu ve burada hikâyesini anlattığı mücadelenin verilmek zorunda kalınması sağlık gibi temel bir insan hakkının kamunun değil, özel sektörün faaliyet alanı olmasının doğrudan bir sonucu. Bunu bir kenara bırakırsak, film çok önemli bir meseleyi samimi ve gerçekçi bir şekilde anlatması ile her türlü övgüyü hak ediyor. İlk yarısında nerede ise bir belgesel tavrı ile bu gerçekçiliğe ulaşan film, sonrasında ise bir ilişkinin tüm mahremliğine onu asla sömürmeyen, saygısını hep koruyan ve dürüst bir biçimde yakalıyor aynı gerçekçiliği. Tüm trajik yanına ve çetin bir mücadeleyi konusu olarak almasına karşın, film sürekli ayakta tuttuğu dayanışma ruhu ve karakterlerinin yaşam sevinci üzerinden umudu da hep hissettiriyor bize bu gerçekçiliğini hep koruyarak. HIV+ olan baş karakterin her ne kadar dalga geçtim diye bir açıklama yapsa da şu sözleri bu yaşam sevincinin bir göstergesi: “Bazen AIDS’in hayatımı nasıl değiştirdiğini fark ediyorum. Sanki her şeyi daha yoğun yaşıyorum. Dünyayı daha başka görüyorum. Sanki her şey daha renkli, daha gürültülü, daha hayat dolu. Özellikle sabahları”. Korkan ve bunu itiraf eden ama cesur olmaktan da hiç vazgeçmeyen karakterlerin yaşadıkları filmin verdiği umudun en önemli kaynağı.

Birkaç gerçek görüntü de kullanan filmde yönetmen Campillo zarafeti hiç elden bırakmıyor. Bir “yatak sohbeti” sırasında hatırlanan bir eski sevişmeyi o ânın bir parçası yapması, Fransa’nın da bir parçası olduğu ve “1848 Devrimleri” olarak bilinen isyan ve özgürlük hareketlerini anlatan bir sesin hikâyedeki karakterlerin eylemlerine eşlik etmesi ve dans sahneleri ile AIDS virüsü ile ilgili görüntülerin hikâyenin organik bir parçası kılınması gibi tercihler yolu ile kattıkları filmin başarısının nedenlerinden biri. Hayatını kaybeden bir eşcinselin vasiyet olarak cenaze töreninin “1848 Devrimleri”nde olduğu gibi bir siyasî gösteriye dönüşmesini istemesi filmin politik alana sıçramasının nedeni olsa da, aktivist grup içindeki hedef ve yöntem tartışmaları da tüm örgüt yapılanmaları ve örgüt içi süreçler üzerinden bir politik boyut katıyor hikâyeye. Bunların dışında, Campillo’nun doğrudan politik olandan uzak durduğunu söylemek gerekiyor. Hikâyedeki olayların -en azından ismi ile- sosyalist olduğunu söyleyen bir partinin iktidarı zamanında (Mitterand başkandır o sırada Fransa’da) geçmesi en azından bir ironi olarak değerlendirilebilirmiş oysa.

Bronski Beat’in dönemin ve eşcinsel hareketinin sembol şarkılarından biri olan “Smalltown Boy”unun yeni bir remix’inin kullanıldığı gece eylemi sahnesi, tüm bir final bölümü, son bir cinselliğin “hüzünlü coşku”su, karakterlerden birinin kendi hikâyesini bir diğerine anlattığı sahnedeki kırılganlık ve aşklarının sonu belli olan iki âşığın gittikleri okyanus kenarında uzak çekimle fiziksel olarak oldukça küçük ve adeta su tarafından yutulacaklarmış gibi gösterilmeleri vb. sembolik anları ile de dikkat çeken filmin tüm oyuncularının doğal performansları da çok önemli. Başroldeki iki isimden, Nathan’ı canlandıran Arnaud Valois ve Sean’ı oynayan Nahuel Pérez Biscayart iki farklı oyun tarzı ile karakterlerine gerçek bir boyut katıyorlar. Her ikisi de karakterlerinin kişiliklerine uygun bir oyunculuk gösterirken ve onların farklı biçimlerde dışa vurdukları tutkularını somutlaştırırken; ilki daha kontrollü, ikincisi ise daha serbest bir biçimde haklarını veriyorlar rollerinin. Yönetmeninin “25 yıldır yapmaya çalışıyordum” cümlesi ile anlattığı bu film insanların en temel hakları için hâlâ mücadele vermek zorunda olduğumuz bir dünyada yaşadığımızı ama aynı zamanda direnmenin, dayanışmanın ve aşkın da güzelliğini hatırlatan önemli bir film kesinlikle.

(“BPM (Beats Per Minute)” – “Kalp Atışı Dakikada 120”)

(Visited 51 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir