“Kendileri kolayca yalan söyleyebilen insanlar HAL’a yalan söylemesini söylediler. HAL yalan söylemeyi bilmez. Bu yüzden paranoyaklaştı”
“2001: A Space Odyssey” filminin devamında Discovery’e ne olduğunu anlamak için Jüpiter’e gönderilen Sovyet-Amerikan karma ekibinin başına gelenlerin hikâyesi.
Bir başyapıtın devamını çekmek cesaret isteyen bir iş, eğer Holywood’da değilseniz. Sevenlerinin kutsal bir konuma yerleştirdiği bir filmin devamı tek başına ne kadar başarılı olursa olsun ilki ile kıyaslanmaktan kurtulamaz çünkü. İlkinde olduğu gibi yine Arthur C. Clarke’ın romanından uyarlanan film bu karşılaştırmadan bekleneceği gibi yenik çıkıyor ama yine de bilim kurgu sevenlerin keyifle seyredeceği bir çalışma. Bu nedenle Kubrick’i ve onun eserini unutup Peter Hyams’in eserine bağımsız olarak bakmamak bu filme haksızlık olur ama yine de dürüst bir karşılaştırmanın zararı yok. İlk film gibi Richard Strauss’un “Also Sprach Zarathustra” adlı eseri ile ve yine yükselen bir güneş görüntüsü ile başlayan filmin ilkinin başarısının gerisinde kalmasının iki temel nedeni var. Öncelikle kameranın arkasındaki isim Kubrick değil ve onun gizemli, titiz ve muhteşem yaratıcılığının eksikliği hissettiriyor kendini. İkinci neden ise en az birincisi kadar önemli olan hikâyenin kendisindeki problem. İlk hikâye içerdiği gizem ile ciddi bir dramatik etkiye sahipken, ikincisi bu gizemi çözmeye, açıklamaya ve dolayısı ile sıradanlaştırmaya çalışması ile dramatik etkiyi oldukça azaltıyor. Hyams’ın senaristliğini, yapımcılığını, görüntü yönetmenliğini ve yönetmenliğini üstlendiği film özetle ilkinin içerdiği şiirselliğe sahip olmayan onun yerine macera ve gerilim yanına ağırlık vermiş olan bir çalışma.
İlk filmde olduğu gibi burada da Sovyet-Amerikan ortaklığı var ama bu kez hikâyeye klişeler girivermiş ve sert Rus kadın subaydan soğuk ve şüpheci Rus mürettabata kadar Sovyetlere tipik Amerikan bakışının izleri yer almış filmde. Rusların içinde bir tane esprili görevli var ama o da erkenden uzayın derinliklerinde kayboluveriyor. Amerikalılar ise esprili ve yapıcı karakterler. Tüm bunların üzerine oldukça başarılı bir şekilde çekilmiş “hava freni” sahnesinde Rus kadın görevlinin kollarına sığınmak için ilk kez gördüğü Amerikalıyı tercih etmesi de ayrı bir rahatsızlık konusu.
Filmin en etkileyici sahnelerinden birinde ilkinde olduğu gibi başrolde yine “HAL” var. HAL ile programcısı arasında geçen veda sahnesi diyalogları ve atmosferi ile çok başarılı. Bowman’ın göründüğü sahnelerde sürekli olarak hayatının farklı yaş dönemleri arasında gidip gelmesi etkileyici ama –yine karşılaştırma!- ilkinin çarpıcılığından yoksun bir parça. “Siyah taş bloğun” gizemi burada da tam anlamı ile açıklanmıyor belki ama ilkine kıyasla hikâye bu konuda oldukça açık sözlü. Özellikle finaldeki mesajın abartılmış naifliği düşünüldüğünde bu çok daha net anlaşılabilir. Mesajın bu kadar naif olması finalin gücünü de azaltıyor ve ilk film bir koca gizem ile biterken ikincisi her şeyi çözüme kavuşturarak seyirciye de haksızlık ediyor aslında. Özetle ilk film finali ile seyircinin beynine hitap ederken bu film kalbini tercih ediyor hitap için.
Çok sevdiğiniz bir hikâyeyi ve o hikâyenin kahramanlarını (sadece insanları değil, HAL ve siyah taş bloğu da kastediyorum) uzun bir aradan sonra tekrar karşınızda görmek riskli ve tedirgin edici. Bu filmin kendi başına hiç de az olmayan tadını çıkarmak için ilkini unutmalı çünkü Kubrick hayli yüksek bir noktaya taşımıştı ilk filmi. Hyams’a haksızlık etmemeli çünkü karşımızda hikâyesini severek anlatan, ilkine saygıda kusur etmeyen, bilim kurgu sinemasının kimi has özelliklerini barındıran bir çalışma var. Kaldı ki ne kadar naif söylenirse söylensin barışa yönelik her mesaj saygı ve ilgiyi hak eder. Etkileyici görselliği ve insanın ne yaparsa yapsın uzayın o korkunç boşluğunda her zaman aciz ve küçük kalacağını hatırlatması ile de önemli.
(“2010: The Year We Make Contact”)