Happy-Go-Lucky – Mike Leigh (2008)

happy-go-lucky

“- Onları sevmeliyiz değil mi?  – Evet. Yoksa öldürürsün”

 

Londra’da 30 yaşında bekâr bir kadın öğretmenin, mutlu olma ve mutlu etme hikâyesi. Festivallerden ve özellikle film eleştirmenleri kuruluşlarından başta kadın oyuncusuna (Sally Hawkins) ait olmak üzere sayısız ödül almış bir film.

 

Hawkins’in canlandırdığı (aslında yanlış bir kelime bu; “zaten o olduğu” daha doğru bir ifade) öğretmenin film boyunca süren ve sadece çok kısa ve o da başkalarının mutsuzluğunu aşmaya çalıştığı anlarda kesilir gibi olan mutluluğunun filmde başka özel bir hikâyeye gereksinim duymadan bu derece başarılı ile resmedilmesi senaryoyu da yazan yönetmen Mike Leigh’in başarısı en temelde. Kahramanın mutluluğunun sembolleştirildiği sahneler tam bir doğallık içinde akıp gidiyor; açılışta “bisikletinin üzerindeki özgür ve mutlu kız”, yine baştaki kitapçı sahnesi, spor seçiminin trambolinde zıplamak olması. Onunla tam bir zıt ruh halinde yaşayan sürücü hocası (Eddie Marsan) yarattığı bu tezat ile senaryonun anlatmak istediklerini daha da vurguluyor. Bu zıtlığı her ikisi de öğretmen olan bu insanların işlerini yapış şekilleri üzerinden de okumak mümkün.

 

Yukarıda da belirtttiğim gibi, kahramanın mutluluğunun kesilir gibi olduğu anlar insanların mutsuzluklarından duyduğu şaşkınlığı hissettiğimiz zamanlar; çocukların zalimliği, sıradan insanların öfkesi. Bu anlarda sanki uzun bir süre önce başka bir gezegenden gelmiş ve hâlâ dünyadaki bu mutsuzluklara şaşıran bakışlar ile bakıyor etrafına ve mutluluğun mu yoksa mutsuzluğun mu doğal olduğu sorusu ile başbaşa bırakıyor bizi.

 

Daha önce “Naked”, “Secrets&Lies” gibi çok başarılı filmlerinde de senaryoyu kendisi yazan Mike Leigh, bu filmde de bir kez daha tam bir senaryo ustası olduğunu ve oyuncularından doğaçlama yolu ile olağanüstü sonuçlar alabildiğini gösteriyor. Filmi seyrederken sözlerin oyuncuların kendi sözleri olduğunu, ezberlenmiş cümleler olmadığını hissediyorsunuz ve bu doğallık sizi içine alıyor. Yan roller de (başta ev arkadaşı rolündeki Alexis Zegerman olmak üzere) dahil olmak üzere tüm oyuncu kadrosunun bu doğallığın parçası olması filmi keyifli kılan bir başka unsur.

 

Konusuna bakınca Amerikan sinemasının sık sık üretip piyasaya sürdüğü “kendini-iyi-hisset” filmlerinden olduğunu düşünebilirsiniz ama  “Happy-Go-Lucky” çok daha başka ve üst bir sınıfa ait. Karakterlerinin doğallığına aşık olacağınız, mutsuz olmanızın belki de size suç işlediğinizi düşündürteceği bir parlak sinema örneği. Mutlu olmak ve mutlu etmek için yanlış anlaşılma, kötüye kullanılma riskini almalıyız, evet. Yoksa “ölürüz” diyen bir film.

(“Daima Mutlu”)

Ne te Retourne pas – Marina de Van (2009)

ne_te_retourne_pas“Etrafımdaki her şey değişiyor”

Etrafındaki her şeyin, eşyaların, sokağın, insanların ve kendisinin fiziksel olarak değişmeye başladığı bir kadın yazarın hikâyesi. 8 yaşında geçirilen bir kazanın ardından yaşanan hafıza kaybı ve yıllar sonra bu boşluğun acısını çeken bir kadın.

 

Konu bir yandan tanıdık; kendisinden başka kimsenin bu değişiklikleri farketmediği bir insan, sadece kendisinin görebildiği bir olguyu başkalarına gösterememenin yarattığı yalnızlığın dehşetini yaşayan bir insan, bu sırrın üstesinden gelmeye çalışan bir insan. Bir yandan da iyi anlatılırsa –konu ne kadar tanıdık ve bir süre sonra son ne kadar tahmin edilebilir olursa olsun- seyredeni ödüllendirebilecek bir hikâye.

 

Evet öyle; ama film maalesef bu yükün altından çok da başarı ile kalkamıyor. Monica Bellucci’nin idare eden oyunu ve güzelliği, Sophie Marceau’nun kalıcı bir iz bırakmayacak oyunu ve zarifliği filme ilave bir artı da sağlamıyor. Umutlandırıp sonra sizi o umutlandığınız yere değil başka bir yere götüren veya zaman zaman da sizi yolda bırakan filmlerden biri bu. Senaryosuna bir parça farklılık ve yaratıcılık katılsa ve film atmosfer yaratmakta bir parça daha ileri gidebilse, özgünlük alanında yaşadığı sıkıntıyı aşabilirdi belki.

 

Yönetmen ilk uzun metrajlı filminde henüz kendine özel anlatımı yaratamamış ve bu tanıdık hikayeyi nasıl farklılaştıracağını bulamamış gibi. Yine de Avrupa sinemasının iki kadın yıldızı ve hiçbir sırrın ebediyen sır olarak kalamayacağını hatırlamak için.

(“Don’t Look Back” – “Dönüşüm”)

Tom Jones – Tony Richardson (1963)

tomjones

“Hepimiz Tanrı’nın eseriyiz, bazılarımız daha da kötü”

 

İngiliz Özgür Sinema akımının temsilcilerinden Tony Richardson’dan bir Henry Fielding uyarlaması. 1740’larda geçen film, dönemin İngiltere kırsalında yetişen ve Londra’ya gitmek zorunda kalan bir genç erkeğin hikâyesi.

 

Sessiz film formatında ve konuşmalar yerine ara yazılar ile başlayan film, bu hınzır başlangıcı tüm film boyunca sürdürüyor. Uçarı ve esprili bir tempo, zaman zaman hızlanan kurgu, hareketli bir kamera ve İngiliz oyuncu geleneğinin en başarılı örneklerinin keyif alarak ve vererek sürükledikleri bir film. Yönetmen görüntüyü durdurmaktan, oyuncular zaman zaman kameraya bakmaktan ve hatta konuşmaktan çekinmiyor ve kendinizi bir tiyatroda ve sürekli kahkaha atan kalabalık bir seyirci topluluğu ile birlikte bir vodvil izlermiş gibi hissetmenizi sağlıyor. Özellikle handa geçen “suç üstü yakalama” sahnesinde bu vodvil duygusu zirvesine ulaşıyor. “Erotik” yemek sahnesi sessiz sinemanın bir zamanlar neler başardığını da hatırlatıyor bize.

 

Din ile, iki yüzlü ahlâk anlayışı ile, servet edinme üzerine oynanan oyunlar ile çekinmeden dalgasını geçen film sık sık devreye giren ve zekice yazılmış sözler (“Kalbimi çalarsanız bedenim de onu takip edecektir”, “Tom için herhangi bir kadın hiçbir kadından daha iyiydi” vs.) ile olayları açıklayan bir anlatıcıyı da başarı ile kullanıyor.

 

Filme adını veren karakteri oynayan Albert Finney 60’larda oynadığı diğer Özgür Sinema örneklerinde olduğu gibi çok başarılı ve diğer tüm oyuncular da başta Hugh Griffith olmak üzere filmin bu alandaki başarı çıtasını çok yukarılara taşıyorlar.

 

Sansürle çok uğraşmış bir isim olan yönetmen Tony Richardson filmde sık sık bu kurum ile de dalgasını geçiyor ve bunu da tüm bu komedinin parçası yapıyor.

 

Başta Oscar olmak üzere ödüllere boğulmuş bir film bu (ki özellikle en iyi film ödülünü de almış olması Oscar standartları açısından ilginç) ve bugün bakıldığında bir parça eskimiş durabilir belki ama özellikle anlatımının 60’larda çok yenilikçi olduğunu unutmamalı.

Alexander the Great – Robert Rossen (1956)

alexanderthegreat

“Sadece kralın adı değişir”

 

Robert Rossen’ın yazdığı, yapımcılığını üstlendiği ve yönettiği bir epik. Makedon kralının tüm hayatının biraz fazla klasik, biraz fazla biyografik bir özeti.

 

Makedon/Yunan tartışmasını bir kenara bırakıp, batının doğuyu ele geçirmesi diye de görebiliriz bu hikâyeyi. 31 yaşındaki Richard Burton’ın İskender’in 16 yaşından 33 yaşında ölene kadarki halini canlandırmasını, sarı peruğun Burton üzerinde oldukça yapay bir görüntü vermesi gibi problemleri bir kenara koysak da yine de filmde aksayan pek çok nokta var.

 

Bir epik olarak ve bu nedenle de “doğal olarak” sinemaskop formatında çekilen film, ne yazık ki savaş sahnelerinde rol alan onca figürana rağmen bir türlü o epik duygusunu veremiyor. Filmin diğer zayıf yanlarını belki de dengeleyebilecek bu alanda da başarısız olması iyice zayıflatmış gücünü. Savaş sahneleri görkemli değil, sanki gizli bir el hem savaş sahnelerinde hem de diğer bazı yerlerde hoyrat bir şekilde kurgulamış filmi; sahneler kesik kesik ve sürekli bir yarım kalmışlık duygusu yaratıyor.

 

Belki fazla düz bir anlatım göstermesi, filmin ele almaya çalıştığı karakter ve olay analizlerini de olumsuz yönde etkilemiş. İskender’in baba kompleksi, Tanrılaşmaya çalışması ve elbette tüm krallıklarda olduğu gibi saray entrikaları herhangi bir sürpriz yaratmadan beliriyor perdede ve düşünülenden daha öteye gitmiyor. Yine beklendiği gibi filmin kötü kadınının bir Fransıza (Danielle Darrieux) oynatılması ve bu Fransızlığın jenerikte özellikle belirtilmesi de tipik bir Hollywood pratiği.

 

Burton’ın oyununun zaman zaman filmin diğer oyuncularından geride kalması ve müziğin sıklıkla klişe ifadesinin de ötesine geçen kullanım şekli filmin diğer eksileri. Yönetmen Rossen çok az film çekmiş ama bu kısa filmografisinde “Body and Soul”, “Hustler” ve “All the King’s Men” gibi çok parlak örneklerin yer aldığı bir isim. Bu filminde, saydığım bu diğer filmelerin bence oldukça gerisinde kalmış.

 

Yine de unutulmaması gereken ve elbette filmin de lehine olan bir şey var; filmin Hollywood’un elinden çıkması. Ne olursa olsun Amerikalılar en sıradanı bile cazip kılmayı bilirler ve bu filmi de her şeyi bir kenara koyup ve belki de “bir parça kısa olsaydı daha iyi olurdu” diyerek rahatça seyredebilirsiniz.

 

Bu film hayatıma üçüncü Roxane karakterini de sokmuş oldu. Önce Edmond Rostand’ın Cyrano de Bergerac oyununda Bergerac’ın aşık olduğu kuzeni, sonra The Police grubunun şarkısında bir hayat kadını ve şimdi de Pers kralı Darius’un kızı.

(“Büyük İskender”)