Miazoume – Takis Biniaris (1985)

Bir araştırma sırasında keşfettim bu şarkıyı. 1985’de Eurovision’da Yunanistan adına yarışmış. Videosunda biraz acemice/rahatsız bir şekilde şarkıyı söylüyor Takis Biniaris ama bu durum şarkının hissettirdiği hüzün ve tedirginliği daha da artırmış. Artık böyle baladlar yapmıyorlar…

Voces Inocentes – Luis Mandoki (2004)

voces_inocentes

“Kartondan çatılarda ne kadar hüzünlü yağmurun sesi”

 

El Salvador iç savaşı sırasında, 1980’de geçen bir büyüme hikâyesi. Gerillalar ile ordunun arasında sıkışmış bir köyde yok edilen çocuk(luk)ların hikâyesi.

 

Yoğun bir yağmur, asker postalları, silahlar ve bu resme insan aklının ve ruhunun en son ekleyecekleri; ellerini enselerinde birleştirmiş dehşet içindeki esir alınmış çocuklar. Böylesine etkileyici bir giriş ile başlayan film geri dönüşle bu korkunç resmin nasıl oluştuğunu anlatıyor. Bir yandan “evin erkeği” rolünü üstlenmeye çalışan ve 12 yaşına girmekten korkan (askerler tarafından silah altına alınma yaşı çünkü bu yaş) Chava (Carlos Padilla), diğer yandan da tam da yaşının gerektirdiği bir dünyayı yaşamaya çalışıyor. Oynuyor, öğreniyor, ilk aşkını yaşıyor, haylazlık yapıyor. Tüm bunların ötesinde her saniye sağ kalma mücadelesi içinde ve yaşatıldığı korkunç trajedilerden sıyrılmaya çalışıyor.

 

Seçeneklerin 12 yaşında askerde silah tutmaya başlamak veya gerillalara katılmak olduğu bir dünyada ayakta kalmanın imkânsızlığı üzerine akıp giden film, bu atmosferine rağmen çocukluğun büyülü dünyasını hissettirmekten de geri durmuyor. Filmdeki nadir huzurlu anları içeren “ağacın dallarında doğa ile bütünleşmiş çocuklar” veya “barakaların çatılarında uzanıp yıldızları sayan çocuklar” sahneleri seyredene nefes aldırmaktan çok yaşanan trajedinin etkisini daha da artırıyor.

 

Arka bahçesi Güney Amerika’dan elini çekmeyen Amerika’nın askeri varlığının zaman zaman hatırlatıldığı/gösterildiği filmde Vietnam’da, Irak’ta veya askeri varlığını yerleştirdiği diğer tüm ülkelerdeki standart görüntüyü de içeriyor elbette; Vietnam’da uzmanlaşmış askerler bir yandan El Salvador ordusunu eğitirken bir yandan da sokaklarda çocuklara sakız dağıtıyor. Elbette bir Latin Amerika ülkesinde geçen bir filmde Katolik kilise ve peder figürü de mevcut. Devletin değil halkın yanında bir taraf seçen bir kilise bu. Brezilya’da Lula’nın iktidarını açan yolda Katolik kilisesinin payı sol ve din ilişkisi üzerine sık sık gündeme gelen bir konuyu 2000’lerde tekrar hatırlatmıştı. Bu film de özüne dönen ve oradan tekrar yola çıkan bir dinin adalet ve özgürlük mücadelesinde oynayabileceği rolü bir kez daha hatırlatıyor. Ama sadece bunu değil şunu da; dua etmek kahrolası bir savaşı bitirmez.

 

Yetişkinlerin içinde tek mutlu görünenin köyün delisi olduğu, gerçek bir ironi ile radyodan “I will survive” şarkısının melodilerinin duyulduğu, “çocuk asker” gibi insanoğlunun yarattığı en çirkin kavramlardan birini yüzümüze çarpan, aniden gecenin içinden gelen silah seslerinin dehşeti ile ilk öpücüğün masumiyetini birlikte taşıyan bir film.

 

Bir iç savaşta taraflardan herhangi biri tamamen masum olabilir mi? Film devletin askerlerine yüklenirken, gerillalara hemen hiç bir olumsuz özellik atfetmiyor. Pis bir savaşta temiz kalmak mümkün müdür; savaşın doğası gereği hayır sanırım. Sonuçta gerillların da çocukları savaştırdığı bilinen bir gerçek. Başta da belirttiğim gibi çocuklar için ya orduya ya gerillalara katılmak dışında seçeneğin olmadığı pis bir dünyadaki pis bir savaş bu.

 

Temel olarak yoksulların mülkiyet haklarını savunmaları ile başlayan ve 12 yıl süren iç savaşta ölen 75 bin kişi, göçmek zorunda kalan 1 milyon kişi ve yaşanan/yaşatılan tüm trajediler için 2010’da devlet resmen özür diledi El Salvador halkından. Yok edilen tüm hayatlar için çok geç, değil mi?

(“Innocent Voices” – “Masum Sesler”)

Crimes of Passion – Ken Russell (1984)

crimesofpassion

“Bu kadar çok çalışan birine asla güvenmem”

 

Ken Russell’dan yine parodinin sınırlarında gezinen ve sık sık da bu sınırı geçen bir film. Gündüzleri çalışkan bir tasarımcı, geceleri China Blue adıyla fahişelik yapan bir kadın, 80’lere taşıdığı “Sapık” rolünü devam ettiren Anthony Perkins’in canlandırdığı bir sapık/peder ve evliliğinde hayal kırıklığına uğramış bir genç adam. Bu üç karakter hangi hikâyeyi hatırlatıyorsa, tam da onu içeren bir senaryoda karşımızda.

 

Müşterileri kimi isterse o role bürünen tasarımcı/fahişeyi canlandıran Kathleen Turner bir Ken Russel filminde beklenecek bir isim değil. Yönetmenin sık sık ve hemen tüm filmlerinde çığrından çıkan anlatımında ayakta kalan tek isim filmde. Julia Fordham’ın filmle aynı isimli bir şarkısındaki gibi aslında çok kırılgan olan bir karakteri hem filmdeki tüm abartılara uyan bir şekilde hem de kendini koruyarak oynamış. Anthony Perkins ise şaşırtmıyor ve oynadığı rolün içini dolduruyor, oldukça tanıdık mimiklerle olsa da. Genç adamı canlandıran John Laughlin ise oyunculukta epey geride kalıyor ve belki de Ken Russel’ın bilinçli seçimi ile parodinin bir parçası oluyor, daha doğrusu parodiye katkıda bulunuyor bir anlamda.

 

Din, aile ve aşka saldıran, yönetmenin tipik tercihlerini (zaman zaman kullanılan zumlar, basit ve aslında bir önemi olmayan hikâye vb.) yansıtan, bir noktadan (ve bu filmde de olduğu gibi erken bir noktadan) sonra yoran bir film. Filmdeki bir sahnede yer alan televizyondaki absürd reklamı seyredince, aslında Ken Russel tam da ve her zaman bunu çekmeyi istiyor ama kendini tutuyor dedirtiyor. Filmde “konusuna da uygun” pek çok resim/tablo var ve filmin en yumuşak sahnesinde ortaya çıkan Gustav Klimt’in çok bilinen “Öpücük” tablosu örneğinde olduğu gibi sık sık görüntüye geliyorlar.

 

Sadece Ken Russell hayranlarına ve “Women in Love“ ve “The Music Lovers” hatırına.

(“Tutku Suçları”)

The Bed Sitting Room – Richard Lester (1969)

bedsittingroom

“Düşman kimdi? En ufak bir fikrim yok”

 

Nükleer savaş sonrası İngiltere’de hayat. 3-4 yıl önce meydana gelmiş bir nükleer savaş sonrasında sağ kalan bir avuç insanın hayatı sürdürmesini anlatan film tipik İngiliz mizah öğelerini ve İngiliz komedi ve sinemasının pek çok ismini bir araya getiren fantastik bir çalışma. Hayatta kalan insanların papağana, mobilyaya veya hatta filme ismi de veren yatak oturma odasına dönüşmesi gibi fantastik boyutları olan film bir yandan da diyalogları, davranış özellikleri ve ironisi ile normal bir hayatı anlatıyor gibi.

 

3. dünya savaşının sonucunda oluşan bir hayatı resimleyen film Büyük Britanya’nın tekrar dünyanın bir numaralı nükleer gücü olduğu müjdesi ile sona eriyor. Filmde bunun gibi pek çok ironi var ve bir tiyatro oyunundan uyarlanmasına ve bunun getirebileceği sıkıntıyı aşmak için özel bir çaba göstermemesine rağmen, karakterler ve bu karakterleri canlandıran oyuncuların bir fantastik filmde değil de herhangi bir tipi İngiliz komedisinde oynuyor gibi hareket etmeleri filmi rahat izlenir kılıyor.

 

Hemen tüm sahneleri nükleer savaş sonrası bir dünyanın gri ve kirli renkleri ile geçen film sadece sonunda yeşili ve diğer renkleri sunuyor bize ama o sahne de yukarıda bahsettiğim müjde ile sona eriyor. Tüm savaşın barış antlaşması dahil 2 dakika 28 saniye sürdüğü bir felaketi buna uygun bir ironi ile anlatan film tüm espri gücünü diyaloglara yüklemiş ve bir iki fiziksel komedi sahnesi dışında bu gücü çok da etkileyici değil. O zaman zaman fazla İngiliz olan filmlerden ama yine de Rita Tushingham, Dudley Moore ve Ralph Richardson’ın da aralarında olduğu İngiliz oyunculuk geleneğinin usta temsilcilerini bir arada görmek, nükleer üzerine düşünmek için seyre değer. Kameranın arkasında Superman’e başkasının katamayacağı dozda mizahı da eklemiş olan ve özellikle İngiltere döneminde pek çok başarılı filme imza atan Richard Lester var. Evet bir “The Knack…” değil ama yine de bir Richard Lester filmi sonuçta. 68 ruhundan da izler taşıyan ve bunu da özellikle diğer tüm karakterlerin aksine genç çifte (Rita Tushingham ve Richard Warwick) sempati ile yaklaşarak gösteren ve kült olma fırsatını ıskalamış bir film.

(“Oturma Yatak Odası”)